Haller Durağı: Artık hayvanları yemiyoruz, et tüketiyoruz

Ayşe Akdeniz, bu hafta Haller Durağı’nda Nermin Saatçioğlu’yla insanların hayvanlarla ilişkisi, modernizmlehayvanların metalaştırılması, insanların yaşadığı doğaya yabancılaşması ve bu cendereden çıkış üzerine halleşti.

AYŞE AKDENİZ

Türümüze atfettiğimiz “üstün olma” halinin bizi içinde yaşadığımız gezegenle olan ilişkimizde geri dönüşü olmayan bir girdapla yüz yüze bıraktığı bir dönemdeyiz. Her şeye sahip olma arzusuyla her şeye muktedir olma hali, eril hâkimiyet arzusunun gelip dayandığı tüketmeden var olamamaya başlama noktası sonumuzun başlangıcı. Sorduğumuz sorular, aradığımız cevaplar da kuşkusuz ki anlam üretme ihtiyacının bir sonucu. Ukalalıkla karışık bir çaresizlikle diyebilirim ki, zihin hapishanesinde gerçekleştirdiğimiz metafiziksel sanrılarla gerçeklikle bağımızı kaybetmiş durumdayız. Belki de türümüzün anlam üretme ihtiyacını doğanın bir parçası olduğumuzu yeniden hatırlamaya yönlendirerek gerçeklikle bağımızı yeniden kurmaya başlayabiliriz. Çevirmen Nermin Saatçioğlu’yla hayvanlarla ilişkimiz üzerine gerçekleştirdiğimiz bu röportaj da o nedenle ister istemez türümüzün halleri üzerine oldu. Sanırım kendimizce de bir çözüm bulduk… Afiyetle!

“İnsanları hayvanlardan ayıran tek şey, anlam üretme ihtiyacı”

  • Bu röportajı Kurban Bayramı’nın arifesinde yapıyoruz. Yine, her sene olduğu gibi, hayvanların kesilmesi ile ilgili tartışmalar var. Tartışmada dini vecibelerini yerine getirdiğini söyleyenler ve bunu bir katliam olarak görenler olarak iki taraftan bahsedebiliriz.

Hayvan katliamlarının bütün sene, Dünya HayvanlarGünü’nde bile, bu kadar bariz vurgulanmayıp her sene Kurban Bayramı’nda hatırlanıyor olması bana da ilginç geliyor. Dini vecibelerini yerine getirenler bir ideolojik çerçeve içerisinde bunu yapmaları gerektiğini söylüyorlar. Karşı taraftakiler de kâhhijyen, kâh hayvanlara eziyet üstünden başka bir ideolojik çerçeve içinde buna karşı çıkıyorlar. Dolayısıyla hayvanlar, başka düzlemde seyreden bir ideolojik kavgada araç olarak kullanılmış oluyor. Aslında hayvanlara eziyetin ya da bu kan dökümünün senede bir kere olduğunu söylemek mümkün değil. Her gün sınai çiftliklerde, mezbahalarda, sokaklarda eziyet ve katliam süregidiyor.

  • Bayram vesilesiyle asıl sormak istediğim şu: Biz hayvanlarla nasıl bir ilişki içerisindeyiz?

Modernizm öncesinde de, modernizmden sonra da hayvanlar ve insan diye iki ayrı kategori yaratılmış. İnsan her durumda hayvandan daha üstün. Modernizm öncesinde bu, genelde dinlerin çizdiği bir çerçeve. Özellikle tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarında bunu görüyoruz. Hayvanlar insanlar kullansın, onların hizmetini görsünler, insan yararlansın diye onlara sunulmuştur. Aynı şey kadınlar için de geçerli. Ben hayvanlar ve kadınların tarihi ve maddi koşullarınıçok koşut görüyorum. Tek tanrılı dinlerin uygulamalarında, yorumlarında kadın da erkekten aşağıdadır. Hayvan daha da aşağıdadır. Her ikisi de nihayetinde mal gibi görülürler. Kullanıma, işleve indirgendiği zaman kadın da hayvan da etten ibarettir. Modernizm sonrasında buna farklı bir boyut daha ekleniyor. Öncesinde Tanrı’nın tözünün, mirasının taşıyıcısınıninsan, özellikle de erkek olması, ayrım hattını üst bir düzlemden, kutsallık üzerinden çizerken,modernizm sonrasında bu ayrım zihin üstünden de gidiyor. Tanrı olsa da, olmasa da, insanı diğer hayvanlardan ve erkeği kadınlardan ayıran şey zihinsel, bilişsel becerileri ve bu bakımdan zaten daha üstün yaratılmış olmaları. Dolayısıyla, modern düşünce dediğimizde, özellikle Descartes sonrasını kastediyoruz tabii, hayvanlar makineye indirgenmiş durumdadır. Kartezyen düşüncede,hayvan ruhu olmayan bir makinedir, zihinsel becerileri sıfır noktasındadır. İnsan o yüzden onları kendi amaçları doğrultusunda araç olarak kullanabilir.

Postmodernizmle birlikte modernizminpek çok kavramının aşıldığı, en azından sorgulandığı görülüyor. Fakat iş hayvanlarla insanlar arasındaki ayrıma geldiğinde, genelde orada bir tereddüt, çekimserlik ortaya çıkıyor. Bu konu bizim insanı nasıl tanımladığımızla çok bağlantılı. Her ne kadar Darwin’le birlikte insan maymundan gelmiştir deniyor olsa da, insanın yine de diğer hayvanlardan üstün olduğu, üstün bir pozisyona evrildiğigerek söylemsel olarak, gerek uygulamalar içinde olumlanıyor. İnsanı diğer hayvanlardan neyin ayırdığına dair şimdiye dek pek çok düşünür, pek çok şey söylemiş. Bilişsel düzey, alet yapma yeteneği, dil yeteneği demişler. Bunların hepsi bana çok yetersiz geliyor. Bence zekâ ve bilişsel yetenekler bir ölçüt olmaktan uzak, çünkü o zaman zihinsel engelli insanlar, bunamış yaşlılar ya da bebekler ne olacak? Dil yetisini vurgulamak da, çok insan merkezli bir bakış açısı, çünkü hayvanlar kendi aralarında iletişim kurabiliyorlar. Tabii ki insan alfabesinikullanmıyorlar, ama biz de bir maymunun, bir kedinin dilini bilmiyoruz. Alet yapma yeteneği ise bilim insanlarının çürüttüğü bir şey, çünkü hayvanlar zorda kaldıkları durumda alet yapabiliyorlar. Mesela aç kalmış ya da bir yere sıkışıp kalmış hayvanlarınsorunu çözmek için alet ürettiği görülebiliyor.

Benim şahsi düşünceme göre, insanı diğer hayvanlardan ayıran bir tek şey var. Metafizik olarak insanı insan yapan şey bence anlam üretme ihtiyacıdır. Diğer hayvanlarda böyle bir şey yok. Onlar hayatı yaşıyorlar, oldukları gibi oluyorlar. Bir noktada insan bununla yetinememiş ve evrilme noktası bu olmuş. İnsanlık tarihi bunun üzerinden gidiyor diye düşünüyorum. “Neden böyle? Neden buradayım? Neden yaşıyorum?” sorularını sormaya başladığı zaman anlam üretmeye başlıyor. Felsefe, dinler, sanat, bilimler, savaşlar, medeniyet, bütün insanlık tarihi hep bu anlam üretme, üst düzleme atlama, varoluş/oluş üstüne düşünme, söylem üretme, yaşadığı şeyle yetinemeyip daha üstüne çıkma ihtiyacından doğuyor. Son ulaştığımız uç anlam noktasında, sanayileşme ve kapitalizmlebirlikte, insanın kendi içinde bulunduğu hayatla, kendi yapısıyla, koşullarıyla hoşnut olamayıp daha ötesini istemesi zaten tüketim toplumunun çıkmazını da getiriyor. İnsanın anlam üretme arzusu onu diğer hayvanlardan farklılaştığı noktaya götürmüştür, ama bu bir üstünlük mü tartışılır. Bu aynı zamanda insanın mutsuzluğunu ve tatminsizliğini de getiriyor. Bir yandan tatminini ve mutluluğunu da getirdiği gibi…

Özünde, kökeninde insan doğanın bir parçası ve diğer hayvanlar gibi biz de bir hayvan türüyüz. İlkel insanhayatta kalmak için doğayla bütün olmak, doğaya uyum sağlamak zorundaydı. Ama doğa olaylarına üst anlamlar atfetmeye, ki dinlerin ortaya çıkışının kökeninde bu vardır, ve o anlamlar doğrultusunda hükmü altında olmayan doğayı kontrol etme çabasına girdiği noktada, aslında doğadan kopmaya başladı. O yarılma noktasında olanca gerçekliğiyle doğa ve insanın anlam evreninde yarattığı ikinci bir doğa yorumu hızla birbirinden ayrılmaya başlıyor.İnsanın kendine de bir önem atfetme çabasının parçası bu, yani doğa merkezli bir düşünce biçiminden insan merkezli düşünceye geçiş. Doğa ve insan birbirinden koptukça hayvanlarla ilişki de haliyle kopmaya başlıyor.

Orta Çağ’da hayvanlar dava edilebiliyordu”

  • Hayvanlarla ilişkimiz koptukça, hayvanları tükettiğimiz nesneler haline getirdikçe şu anda hayatlarımızda nasıl bir konumda yer alıyorlar?

Aslında çok ilginç, hayvanların “tüketim nesnesi” olması çok modern bir şey. Mesela Orta Çağ’da hayvanlar dava edilebiliyormuş. Adam tarlasındaki her şeyi yiyen çekirgelere karşı dava açabiliyormuş!Demek o dönemdehayvanlar, her ne kadar meta olarak görülseler de, bireylikleri de teslim ediliyordu.Muhtemelen hayvanlarla gündelik yaşamda bire bir ilişkiler sürdürülebildiği için, bu kendiliğinden olan bir şeydi.Hayvanların aşağı kategoriden de olsa özneler olmaktan çıkıp“tüketim nesnesi”ne dönüşmesi çok daha modern bir şey. Artık hayvanları yemiyoruz, et “tüketiyoruz”.

Hiç şüphesiz bunun sebebi, modernizmle birlikte büyük şehirlerin kurulması ve gıda zincirlerinde, üretim biçimlerinde meydana gelen köklü değişimler.İhtiyacı kadar hayvanı kendi eliyle avlayıp onu yemeden önce kendisini yaşattığı için şükranlarını sunan Kızılderili’nin hayvanlarla kurduğu ilişki, hayvanın da insan kadar kutsal olduğu ve onun etini yediğinde o hayvanla bütün olacağı kabulüne dayanıyordu. Öte yandan, köyünde veya kasabasında kendine yetecek kadar hayvan yetiştiren, onlarla her gün yüz yüze ilişki içinde olan ve belli bir noktada onları öldürmesi gerektiğinde de bunu kendi eliyle yapan köylünün hayvanlarla ilişkisi de her ne kadar onları “mal” olarak görmekten geri durmasa da, bazen sevgi ve saygıyı da dışlamayan bir tür hayatı birlikte paylaşma, yoldaşlık ilişkisine benzetilebilir. Besinlerini kendi üretmeyen modern şehir insanının yediği hayvanla ilişkisi ise sıfır. Kendisi için öldürülmüş, kesilip parçalanmış ve hijyenik şekilde paketlenmiş hayvanlarla ancak marketlerde yüz yüze geliyor ve bu paketler, onların bir zamanlar canlı varlıklar olduğu algısına yer bırakmıyor maalesef. Bu da zaten kendine yeterli yaşam düzeninden dışa bağımlı yaşam düzenine geçişin, gündelik ihtiyaçların üretim süreçlerinden kopuşun bir göstergesi. Öyle ki artık ihtiyaçlarımıza bile hâkim değiliz, bunlar bize dayatılıyor.

  • Aslında giydiğimiz ayakkabıdan, kazaktan, bindiğimiz arabadan hiçbir farkı yokmuşçasına mı tüketiyoruz hayvanları?

Aynen öyle. Zaten artık hiçbir şeyin üretim koşullarına hâkim değiliz. Şimdi kimse gündelik ihtiyacını üretmiyor, hiçbirinin ne koşullarda üretildiğini, içine nelerin konduğunu, nasıl bir imalat sürecinin sonucu olduğunu bilmiyoruz. Önümüze paketlenmiş olarak geliyor ve biz onları fiyat faktörüne, beğenimize, çeşitli ölçütlerimize göre seçiyor, satın alıyor ve tüketiyoruz.

Kurban, bolluğun kutsallıkla alakasız şekilde vurgulanması haline geldi”

  • - Bunu sadece hayatta kalmak için mi yapıyoruz?

Sınai hayvancılığın hayatta kalmak için tek çözüm olduğu, dünyayı beslemek ve artan ihtiyacı karşılamak için bir zorunluluk olduğu iddiasına katılmıyorum. Bu, bırakın bu üretimin nesnesi olan hayvanların maruz kaldığı korkunç koşulları, pompalanan tüketim oranını ve biçimlerini de hiçbir şekilde sorgulamayan bir yaklaşım. Sınai hayvancılık, dünyadaki açlık sorununu çözememiştir. Fabrikasyon üretimden dolayı et fiyatlarını görece ucuzlattığı söylenebilse bile, et hâlâ çok ucuz değil ve dünyada yarı aç yaşayan yoksul kesimlerin bunları yiyebildiği söylenemez. Et tüketimi, yine belirli bir gelir düzeyinin üstü için her öğünde vazgeçilmez oldu. Öte yandan, sektörün yaratılan talebi güya karşılamak için yetiştirdiği onca hayvanı beslemek üzere hayvan yemi üretimini de artırması gerekiyor. Bu da aç kalan insanları çok daha ucuza ve çok daha verimli, sağlıklı şekilde doyurabilecek tahıl veya sebzelerin ekimi için kullanılabilecek çok geniş toprakların sırf hayvan yemi üretimine hasredilmesi demek. Yine hayvancılık sektöründe harcanan inanılmaz boyuttaki su da cabası. Dünyanın kısıtlı kaynaklarının sürdürülebilir şekilde kullanılması gereken bir çağda, her şey gibi hayvancılığın da bu kadar sürdürülemez şekilde yapılmasını insanın aklı almıyor.

Sınai hayvancılık, iklim değişikliğini ciddi derecede etkileyen faktörlerin başında geliyor. Bütün bunlar söz konusuysa, farklı seçimler yapabiliriz, sadece bize dayatılan şeyleri tüketmek zorunda değiliz. Her gün, her öğünde et yememiz için, bize sistemin dayattığı şeyleri tüketmemiz için yaşanan dolaylı/dolaysız acılar, gerçek üretim koşullarıbize hatırlatıldığında da yüz çevirmeyi tercih ediyoruz, “Dünyayı biz mi kurtaracağız?” diyoruz. Tüketenin edilginliğe itilmesi bu. Üstümüze giydiğimiz kazak nerede, hangi koşullarda yapılıyor? Çin’de bir sweatshop’ta mı? Onu dokuyan çocuk ne koşullarda yaşıyor? Ne kadar ücret alıyor? İntihar noktasına gelmiş mi? Bunlar bizi ilgilendirmiyor. Bunlar bize söylendiği zaman da çok fazla umursamayabiliyoruz.

Aynı şekilde, şu anda yediğimiz etler çok doğal etler değil. Sırf insanların et yemesi için giderek daha fazla sayıda hayvan üretiliyor, besleniyor ve gerçekten gün yüzü görmüyorlar. Biz bunlardan bihaberiz. Gözümüzün önünde olup bitmediği için, son ürün, paketlenmiş ve sterilize edilmiş, ait olduğu canlıyla alakasız bir şekilde önümüze geldiğinde arka planında neler olduğunu hiç düşünmüyoruz bile. Ama Türkiye’de her sene Kurban Bayramı’nda “Hayvan katliamı yapılıyor. Ortalık kan revan oluyor” diye herkes ayağa kalkıyor. Burada aslında her gün kan dökülüyor, her gün daha büyük zulümler yaşanıyor. Buna niçin karşı çıkılıyor? Çünkü senede bir kere görünür oluyor ve hiç katlanılabilir bir şey değil. Biz her gün bu süreçlere, mezbahalarda ne yaşandığına ya da tavuk çiftliklerinde yumurta için yetiştirilen tavukların ne yaşadığına şahit olabiliyor olsaydık, zaten belki de bambaşka bir noktada olurduk, çünkü gerçekten dayanılabilir bir şey değil. Senede bir gün bile dayanamıyoruz. Kurban Bayramı’na bir yandan da “hijyenik” sebeplerle karşı çıkılıyor, ki bu da yine çok modern bir bakış açısı. “Hijyen”de varılan son nokta şu: Belediye belli kesim merkezleri tahsis ediyor ve burada usta kasaplar hayvanları kesiyor. İnsanlar dışarıda ikram edilen bedava kavurmaları yerken LED ekranlardan kendi kurbanlarının kesilmesini izleyebiliyormuş. Belediyelerimizin son hizmeti! Bence bu, dini bir ritüelin bile içinin boşaldığının, özünden koptuğunun, kutsallıkla bağının kalmadığının ve sanayi kültürüyle örtüştüğünün resmidir. Nihayetinde kurban ritüeli de yine aslında hayvanla kurulan bire bir ilişki üzerinden ve kutsallık üzerinden yürümesi gereken bir şey. Açlığı hatırlamak, nefsi denetim altına almak ve belki can alarak, aldığın canla bütünleşerek Tanrı’yla bir olmak için kesilen kurban, artık günümüzde bolluğun kutsallıkla alakasız şekilde vurgulanması haline geldi. Yine de en azından gündelik bir katliamı görünürleştirdiği için, sırf hatırlatma, mim koyma babında belki böyle bir bayramın devam etmesi hayırlıdırama uygarlık/barbarlık tartışmalarıyla elbette bir yere varılmıyor. Barbarlıksa bu yapılan, hayvan öldürmenin barbarlık olduğu teslim ediliyorsa, bunun gündelik bir barbarlık olduğu da kabul edilmeli. Hayvanlara gündelik olarak uygulanan şiddet daha görünür olsaydı, hayvanlarla ilişkimiz de daha farklı bir noktaya evrilebilirdi.

Temiz şehir kavramının içinde hayvanlar kirletici bir unsur ya da fazlalık”

  • Peki, hayvanları gıda, tüketim nesnesi olarak kullanmamız dışında etini tüketmediğimiz hayvanlarla gündelik hayatta nasıl ilişkileniyoruz?

Onlarla da benzer, insan merkezli bir ilişki türü var. İnsan bütün dünyanın, özellikle şehirlerin sahibi. Hijyen vurgusu da var yine. Bu sokak hayvanlarının genel durumu. Hijyenik bulmadıklarından dolayı pek çok insan kedilerin, köpeklerin sokaklardan kaldırılması gerektiğini savunuyor. Nihayetinde yine “benim alanımı işgal ediyor, pisletiyor” tarzı üstten bir bakış var. Hayvanların barınaklara kapatılması da bu şehri temizleme yaklaşımının bir sonucu. Şehrin onların da yaşam alanı olduğunu, paylaşmamız gerektiğini, giderek çoğalan arabalarımızla onların yaşamına her gün defalarca kastettiğimizi hiç düşünmüyoruz. İnsanı diğer hayvanlardan ayıran başlıca faktör olarak anlam üretme demiştik ya, hayvanlar hep bu anlamların kurbanı. Mesela temiz şehir kavramının içinde hayvanlar kirletici bir unsur ya da fazlalık. Evimizin içinde de, mesela, sevgi nesnesi ya da oyuncak, hobi. Yine üstten bir bakışla, “çocuğumu mutlu edecek şey”. Çocuğunu yeterince mutlu edemiyor, istediği gibi davranmıyorsa, evin “hijyeni” ile ilgili problem yaratıyorsa, yine dışarıya atılabilir bir şey. Yine meta yani. Nihayetinde o bakış açısı hiç değişmiyor. Yasalar da bunu destekler şekilde. Herhangi bir şekilde bir hayvana zarar verildiyse ben onun adına sadece sahibi olarak dava açabiliyorum. Benim malım olmuş oluyor. “Malım zarar görmüştür” diyorum. Verilen ceza da bununla orantılı oluyor tabii. Bu yasaların değişmesi için mücadele verilmeli, ama öte yandan, başkalarına dolaylı ya da dolaysız yoldan uyguladığımız şiddet ne kadar görünür hale getirilirse, bu çok cepheli yabancılaşmamızın önü de o kadar erken alınabilir.

  • Ama bir yandan da görselliğin hayatımızın içinde çok yoğun yer aldığı bir dünyada yaşamıyor muyuz?

Doğru, ama bir yandan da illüzyonlar üretiyoruz. Dünyada şimdiye kadar görselliğin bu kadar vurgulandığı, fakat sansür ve hasıraltı etmenin de bu kadar etkin olduğu başka bir zaman olmadı. Her şeyi gördüğünüzü zannediyorsunuz, ama aslında size sunulanı görüyorsunuz. Tabii ki şiddeti şiddet için görmekten söz etmiyorum. Şiddetin karşı tarafta, uygulandığı öznede nasıl bir etki yarattığını göstermekten söz ediyorum. Sansür güya çocukları korumak için yapılıyor ya…Kurban Bayramı’nda da “Çocuklar hayvanların kesildiğini, bu şiddeti görmesin” deniyor. Ama aksiyon filmlerinde şiddet gırla gidiyor, çünkü o oyun, sentetik bir şey, bunun etkisi toplumda şiddetin artması şeklinde oluyor, çünkü o kahramanların yalandan acı çektiğini biliyoruz. Oysa Kurban Bayramı’ndaki şiddet gerçek bir acıyı sergiliyor, insanlar bir kere o hayvanın kesiliş anını görseler belki bir daha et yiyemeyecekler. Belki de o, saklanması gereken bir şey değil, görünür kılınması gereken bir şey. Görünürlükten kastım görsellik, grafik bir şey değil. Çünkü aslında görsellik estetik bir olgudur. Onu sana belli bir estetik çerçevenin içine sokup gösteriyor ve sen orada o insan ya da hayvan acı çekiyor mu çekmiyor mu diye düşünmüyorsun, çünkü orada estetik bir görselliğin içindesin. Burada estetiği güzel manasında değil, belli bir görsel bütün, görsel bir çerçeve, bir kurmacanın içine yerleştirilmiş manasında söylüyorum. Görünür olması başka bir şey. Görünür olsa, yani biz alenen uyguladığımız şiddeti görebiliyor olsaydık belki o şiddeti artık uygulayamaz oluruz. Ya da en azından bu kadar çok uygulayamaz oluruz. Çünkü her eylemimizin başka canlılara zarar verebileceğini, büyük bir ağın parçası olduğumuzu görürüz o zaman. Bu da bizi edilgin bir birey olmaktan çıkarır ve eyleme iter. Belki bu ağları açık etmek için uğraşıyor olmalıyız.

  • Senin anlattıkların üzerinden düşündüm de insan, yani türümüz, yaşadığı gezegenden memnuniyetsiz bir canlı.

Evet. Daha güzel hale getirmeye çalışıyor, ama güzelleştirirken çok feci şeyler olabiliyor.

  • Ve sürekli ona müdahil olmaya, dâhil olmaya çalıştıkça daha da yabancılaşıyoruz. Sadece var olmakla yetinemiyoruz yani?

Var olmak yetmediği gibi olduğum hali de beğenmiyorum. Beğenmem için üstüne başka bir anlam kurmam gerekiyor. Sonra o kurduğum anlamı da beğenmeyebilirim. Tekrar bozuyorum, başka bir şey yapıyorum. Ya da benim kurduğum anlamı başkası beğenmiyor, o kendi anlamını dayatıyor.

  • “Her anlam üretimi bir yabancılaşmayı da getiriyor”

  • Aslında tam da buradan milliyetçilik, cinsiyetçilik, türcülük gibi durumlar ortaya çıkıyor. Kendini sürekli yarattığı hiyerarşilerle var etmeye çalışıyor.

Evet. Üstten baktığı için, üst bakış ürettiği için giderek gerçek olandan kopmaya başlıyor. Her anlam üretimi bir yabancılaşmayı da getiriyor. Kendi anlamımı kurarken aslında oradaki gerçeğe bir kademe yabancılaşmış oluyorum. Üstüne tekrar başka bir şey ve giderek kopuyor, giderek gerçeklikle, gerçek dünyayla, doğayla daha ilişkisiz bir hale geliyoruz. Bu ilişkisizliğin farkına varıp “Tekrar doğaya dönelim” diye yeniden bir anlam kurma çabası da olabiliyor. Bence o artık çok mümkün değil. Belki de dönülecek öyle bir altın çağ yok. İnsan anlam üreterek bir kere diğer hayvanlardan bu şekilde ayrışmış. Anlamın gerekmediği, sadece var olduğumuz bir dünya tekrar yaratılabilir mi, o konuda çok şüpheliyim. Şimdi o zaman bu problem nasıl çözülür?

  • Tam da bunu soracaktım. Bu cendereden nasıl çıkacağız?

Bu çok zor bir soru. Cevabı var mı çok emin değilim.Hayvan hakları, hayvan özgürleşmesi mücadelesi, her ne kadar yine kısmen insan merkezli bakışı sürdürüyor olsa bile, desteklenmesi ve sürdürülmesi gereken bir şey, kısmi ve sistem içi de olsa çözümler üretebilir. Onun haricinde, uygarlığımızın her unsurunun altında yatan vahşete karşı uyanık olmalı ve kanıksadığımız, yok saydığımız bu vahşet ağlarını görünür kılmalıyız. Modern tüketim toplumunun ve sanayileşmenin, kapitalizmin tek kurbanları hayvanlar değil, bir yandan da kadınlar, çocuklar, Üçüncü Dünya ülkeleri, bütün ezilenler ve bunların hepsi birbirine bağlı, hepsi aynı sistemin acısını çekiyor.

O yüzden bu vahşet ve zulüm ağlarını uzun vadede toptan göçertmek için öncelikle dayatılan tüketim tercihleri yerine, daha bilinçli tercihler yapıyor olmalıyız. Bir de tabii değil mi ki insanız ve ille anlam üretiyoruz, şu anki gerçekliği değiştirecek yeni anlamlar, belki daha “dişil” anlamlar üretmeliyiz. Doğayla bir bütün olduğumuzu, aslında Bookchin’in dediği İkinci Doğa ile de bir bütün olduğumuzu hiç gözden kaçırmadan, her eylemimizle, masaya koyacağımız her yeni anlamla, bu ağlar bütününü biraz daha değiştireceğimizi bilerek davranmalıyız. Bu yüzden de belki insanı kopukluğa, bireyselliğe götüren ölüm güdüsünün yerine, evrenle, diğerleriyle bir olmaya, ebedi döngülere, dengeye davet eden yaşam güdüsünün peşinden gitmek gerek. Bütün canlıların eşit ve eş derecede kutsal olduğu ve hak ettiği saygıyı gördüğü, birlikte yaşamayı bildiğimiz bir evren düşüncesini o zaman yaratırız belki.

Kategoriler

Şapgir