‘Gezi olduktan sonra gençlerle ilgili böyle bir hikâye anlatmazdık’

Evrim Kaya, Antalya’dan En İyi İlk Film, Senaryo ve Kurgu dallarında ödüllerle dönen Mavi Dalga filmini yazıp yöneten Merve Kayan ve Zeynep Dadak’la konuştu.

EVRİM KAYA

Antalya’dan En İyi İlk Film, Senaryo ve Kurgu dallarında ödüllerle dönen ve uluslararası prömiyerini Berlin Film Festivali’nde yapan ‘Mavi Dalga’ bu ay Başka Sinema kapsamında izleyici ile buluştu. Merve Kayan ve Zeynep Dadak’ın birlikte yazıp yönettikleri ilk kurmaca film olan Mavi Dalga, bir gençlik filmi. Bu da Türkiye Sineması’nda görmeye pek alışkın olmadığımız bir janr. Tekdüze bir taşra havasında büyümenin getirdiği kaygıları gençlerin dilini çok iyi yansıtan bir mizah ve gösterişsiz bir olay örgüsüyle aktarıyor. Filmin başkarakteri Deniz’i canlandıran Ayris Alptekin de şaşırtıcı derecede iyi bir performans sergilemiş. Kayan ve Dadak’la hem son dönem Türkiye sinemasına damgasını vuran taşraya yönelttikleri farklı bakış, hem de “gençlik filmi çeken genç kadın yönetmenler” etiketiyle hayatta kalmanın zorlukları üzerine sohbet ettik.

Balıkesir tipik bir taşra kenti ama filmde artık alışmış bulunduğumuz taşra sıkıntısından farklı bir atmosfer var. Karakterlerin kadın olmasıyla ya da sınıfsal konumlarıyla mı ilgili bu durumu?

Merve Kayan: Sadece kadınları izlediğimiz için öyle oldu diyemem, biraz bizim taşrayı yaşama ve anlama şeklimizle alakalı bir durum herhalde. Bir grup liseli erkeğin hikâyesi de çok benzer bir şekilde anlatılabilirdi bence. Konuşmaların çokluğu, olayların sürekliliği gibi şeylerin sadece kadınlarla alakalı olduğunu düşünmüyorum.

Zeynep Dadak: Ama şunu söylemek lazım, kız arkadaşlarla geçirilen zaman denen şeyin içinde, o kendi kendine olma hali farklıdır. Birlikte oturma, kalkma, fiziksel temas bir erkek grubuna göre daha fazladır mesela. Bir odada yazın ne yaptıklarından bahseden bir erkek grubunu hayal etmek biraz zordur. O yaşın erkeklerini bir basketbol sahasında birbirlerini itip kakarken görebilirdik. Bu da en başından konuştuğumuz şeylerden biriydi: Bir tür kontrast hali yaratmayı düşündük. Erkeklerde itme, çekme, vurma durumları... Kızların kenarda durup biraz rahatsız olarak izledikleri, kimilerinin de tam terse kafadan dalıverdikleri bir hal vardır ya... O yüzden bizim filmdeki ritmi belirleyen şeyin de “Kızlar bir araya gelince ne yapıyor?” sorusu olduğunu söylemek yanlış olmaz sanki. Erkeklerden ayrıldıkları bir nokta var.

M.K: Fakat çıkış noktamız “Taşrada kadın olmak nasıl bir şey?” sorusu olmadı. Karakterleri yazmaya başlayınca ortaya çıkıyor bu durum, oradan devam ediyoruz. Aslında kızların da biraz daha üst üste alt alta olmasını istiyorduk ama nedense daha ziyade konuşma diline yansıyan bir şey oldu o durum sonuçta. Daha fazla kelimelerin üst üste binmesine dönüştü. 

Z.D: Aslında öyle şeyler de çektik ama kullanmadık pek. Diyalogla olanları daha çok sevdik, filmin ritmine daha yakın oldu.

Kendilerini sözle ifade edebilen karakterler var ve konuşmaları çok doğal. Bu biraz yeni bir şey mi peki, neden daha suskun taşralılar izledik bugüne dek? Değişti mi taşra?

Z.D: Ben taşranın değiştiğini düşünmüyorum. Ahmet Uluçay gibi gerçekten taşrada yaşayıp orada film yapan çok az insan var, taşrayı tam olarak görmedik ki… Hatırladıklarımız üzerinden anlatılan taşranın, bugünkü taşranın ne olduğuyla ilgisi yok bence.

Film esasen merkezine aldığı sınıf sebebiyle eleştirildi, hatta hakarete varan bir yazı çıktı ki, gazete özür dilemek zorunda kaldı. Yazının içeriği ayrı bir konu, sınıfsal perspektifte sorunlar olabilir mi sahiden peki?

Z.D: Bu eleştirileri yapanların kendi oyun bahçeleri olarak gördükleri orta sınıf diye bir kavram var ve aslında her türlü Marksist analizden çok uzak bir orta sınıf tanımı, Amerikan çakması bir kavram o. Sınıfsal analiz yapılacaksa, doğru dürüst burjuva densin o zaman. Genç, heyecanlı ve bu kavramlar üstüne tam olarak bilgisi olmayan çocuklara hitaben yazdıkları için böyle oluyor gibi geliyor bana. En başından beri anlatmak istediğimiz böyle bir toplumsal konumdu: bir tür küçük burjuva özentisi, babasının seksen sene önce açtığı dükkândan bir şeyler devrede devrede gelmiş bir aile. Ama bugün artık Deniz’in babası gibi bir adam için bir umut ışığı yok. Finansal olarak hayatta kalmayı başarıyor çünkü babasından kalan azıcık parayı yatırıp su filtrecisi vs. açmış, oysa bir kültürel sermayesi yok. Ortalama, vasat, devamı olmayan bir hal Deniz’in ailesininki.

M.K: Vasatlığın altını çizmek istedik. Renklerle de yapılabilir elbette bu. Çıkışsızlığı yaşayan sadece o çocuklar değil, aileler için de aynı şey geçerli. Gözlemlediğimiz insanlardan gelen, filme tam olarak girmeyen bir arka planı var anne-babanın. Halk eğitimde çalışan insanları düşünün, kültürün kendine bulabildiği dar alanlardan biridir bu.

Z.D: Cumhuriyetin aydınlanma projesinin o küçük şehirlerde gelebileceği son nokta da budur. Türk Sanat Müziği korosuna gidip şarkı söyleyebilir bu kadın, belediye içindeki imkânlarla bir konuda araştırma yaptığını düşünebilir. Kocasının bunlarla bile ilgisi yoktur zaten, sadece su filtresini ve araba yıkamayı biliyordur sadece. O anlamda, bu bir tür öneri olabilecek sınıfsal bir konum değil zaten. Hem filmler bir şey önermez ki, mesafeyle bir durumu ortaya koyar. Bizim şu veya bu sınıfa daha şefkatli yaklaşıyor olmamız, onu önerdiğimiz anlamına gelmez. Anne ,“Bütün gün çay içtik, çişim geldi”nin ötesinde bir şey diyemeyen biri. Orta sınıf diye bir şey varsa bu işte: sönümlenen bir şey.

Bu sınıfın dışında birini neden görmüyoruz peki?

M.K: Gençlerin hayatına odaklanmamızla alakalı bir şey bu. O yüzden doğal olarak bazı şeyler dışarıda kalıyor. Onları da dâhil etmek isterseniz işin formatı değişir. Biz, başından beri bu grubun içindeki dinamiklere odaklanmak istediğimizi biliyorduk. Dediğin şeyi yapabilen, aynı anda birkaç yere bakabilen çok az film var. Aynı şekilde mekân da onları çerçevelediği kadar var filmde.

Z.D: İlk kadrajda söylemeye çalıştık biz bunu: Kızlar halı toplarken, anne babayı belden aşağı görüyoruz. Sesleriyle ve terlikleriyle varlar, onların dünyasına ilişkin öğreneceğimiz şeyler çocuklara ne yaptıklarıyla sınırlı.

Biz, bu senaryoyu neredeyse beş sene önce yazmaya başladık, toplumsal ve siyasal olarak bugün tanımlayabildiğimiz aktörlerin bu kadar net tanımlanamadığı bir dönemde. O yüzden de, bizim filmimizde o kadar tanımlanamayan bir toz bulutu halinde varlar. Şimdi bu filmi yapsaydık, o korkunun kaynağı muhtemelen başka bir şey olurdu. Mesela bayram sahnesinde gördüğümüz o iç içe geçme, bir tarafta milliyetçi şiirler, bir tarafta mehter, polisler, adamlar, kadınlar, kızlara bakan teyzeler, hep bir karmaşa...

M.K: Kötüler o kadar tanımlı değildi.

Z.D: Gezi’ye kadar herkeste aynı şey vardı: Bir şey olacak ama... Ne olacak bilmiyorduk. Biz de huzursuzduk, bir şeyler ters gidiyordu ama düne kadar bu kadarına inanmazdık herhalde. Gümüş tepsinin içinde 500.000 dolarlar… Filme koysan inandırıcı olmaz, şimdi öyle bir paradigmaya geçtik.

M.K: Şu an yapsak filmi, bunların altını çizmek ne kadar doğru olur, yine de bilmiyorum ama belki daha sembolik bir anlatımla farklı bir şey yapardık. Ama hep konuştuğumuz şey şu ki, Gezi gibi bir olay olduktan sonra gençlerle ilgili böyle bir hikâye anlatmazdık. Gezi’yi anlatmasak bile ister istemez başka şeyleri getirecekti.

Belediye seçimlerinin hemen öncesinde belediyelerin icraatlarını konuşalım. Balıkesir’e doğalgaz gelmesi, sonra kesilmesi, elektrik ve su kesintileri gençlerin günlük konuşmalarının büyük kısmını işgal ediyor.  Neden filmin merkezinde belediyecilik meseleleri diyebileceğimiz bu sorunlar var?

Z.D: İlk hayal ettiğim şeylerden biri, Deniz’in önünde yürüdüğü koca koca billboardlardı. “Doğalgazsız ev kalmayacak”, “Bilmem nereye yeni asfalt” döktük. Sürekli bir icraat propagandası.

M.K: Bir de yaptığından çok memnun olma hali… 12 senedir durmadan yol yaptık diyen bir AKP var. Belediyesiniz, elbette yapacaksınız. Zaten yapmaları gereken işlerle bir kurumsal kimlik inşa edip onunla gurur duyma hali, Türkiye’nin bütün belediyelerinin yaptığı bir şey.

Z.D: Bir de, yeni gelecek her şey bir tedirginlik yaratıyor. Belediyecilik ve doğalgaz meselesinde kendini gösteren hafif paranoya hali… Bu çocukları oraya ait yapan şey bu paranoyaları devralmaları… Biz de bunu soruyoruz: Niye bunları konuşuyor bu çocuklar? Türkiye’nin başka yerlerinde kaygılanılacak farklı şeyler var ama Balıkesir gibi bir yerde birçok insan için en çok kaygılanılacak şeyler bunlar ve gençlik kaygısı denen şeyle örtüşüyor. Kaygılanmaları gerektiğini düşündüklerinden kaygılanıyorlar aslında. Gençlikteki kaygı gibi gerçek olmayan bir kaygı… Kaygı yetişkinler tarafından öğretilen bir şeydir.

İzleyici nasıl algıladı filmi? Gençlere ulaştı mı merak ediyorum.

Z.D: İsveç’te bir gençlik festivalinden geliyorum, orada izleyebildim gençlerin tepkilerini, beğendiklerini, ilgilendiklerini gördüm, mutlu oldum. Ama burada gençlere ulaşır mı bilmem. Burada da genelde olumlu şeyler yazıldı ama galiba şöyle bir şey var: Film, karakterlerle ve olaylarla duygusal ilişki kurmadığı için seyirci de öyle bir ilişki kuramıyor. Ama bazıları, sanki denemiş de yapamamış diye algıladı bunu. Yurtdışında biraz daha rahat ettik. Burada pek olmasa da başlı başına bir janr olarak büyüme hikayeleri var, o yüzden de alışkın izleyici.

M.K: Filmin ne yapmaya çalıştığıyla ilgili Türkiye’de insanların kafasında baştan çok net bir şey var. Dışarıda önce anlamaya çalışıyorlar.

Z.D: İdeolojinin müthiş bir örneği, Zeynep’le Merve’nin temsil ettikleri şey, filmi etiketlemeye yetiyor. Yönetmenler beğendi filmi daha çok.  O konuda da dikkat etmek lazım ama yönetmenlerin sevdiği filmler diye bir kategori var galiba. Kendi yaptığın işe çok kapılmamak lazım. Bunlar çok önemli sorular ama öyle yerlerden konuşuldu ki, biz o sorulara daha gelemedik ki...

Sizi film çekmeye iten şey nasıl bir sinemanın hayali? Siz nasıl filmler izlemek istediniz bugüne kadar?

M.K: Bu kadar çok ağzı laf yapan insanların olduğu bir ülkede konuşan insanların filmini yapmak istedik başından beri.

Z.D: Her dükkândan ayrı müziğin duyulduğu bir ülkede bu kadar müziksiz bir sinema olması çok tuhaf. Bir de oyunculuk meselesini düşündük hep: Bir tarafta Yeşilçam oyunculuğu, bir tarafta minimalist bir oyunculuk, bir de Reha Erdem’in kullandığı gibi dışavurumcu bir oyunculuk. Çok gerçekçi olmayan bir filmin içinde doğal oyunculuk kullanmak da konuştuğumuz şeylerden biriydi. Oyunculuğun doğal olduğu ama karakterlerin her an sürreale dönebilecek bir atmosfere atıldığı bir film, gerçekten bizim izlemek istediğimiz bir filmdi.

Filmde bir sevişme sahnesi var ama kadrajın içinde geçmiyor, biz boş bir koltuğu izliyoruz. Bu bir otosansür mü?

M.K: Ergen seksiyle çok ilgilenmiyorduk galiba

- Ergen seksi bu yıl sinemaya damgasını vurdu ama.

Z.D: O sayılmaz, ‘Mavi En Sıcak Renktir’de abartılı bir arzu var, çok önemli yeri. “Bunların seksinden ne olur ki” dedik galiba. O da hayatları kadar vasat olacak. Benim hiç ilgimi çekmedi.

M.K: Filmdeki birçok şey gibi tamamına eremeyen bir şey belki o da. Filmin en romantik anı da değil zaten. Ama kim bilebilir ki otosansür olup olmadığını?

Z.D: Olayların nasıl olduğunu değil de, bu insanların sonradan nasıl anlattığını görmek, bizim için ergenliğin tanımı olan şeydi. Sevişmeyi görseydik, sevişmeye çok özel bir vurgu yapmış olacaktık ki, filmde en çok yapmak istediğimiz şeylerden biri, sevişmenin herhangi bir şey olabileceğini göstermekti. O eylemi de başta anlatının dışına atıp sözle geri getirmek, karaktere “biz seviştik” dedirtmek, en baştan karar verdiğimiz bir şeydi. Yeşilçam’dan beri gelen bir kutsal bir bekâret vurgusu var, kaybı da büyük bir bedelle ödeniyor. Derdimiz sevişmeyi olabildiğince sıradan bir olay gibi göstermekti. Biraz rastgele, ne insanın dünyasını yıkan, ne de ona bir aydınlanma yaşatan bir şey. Ama bilmiyorum tabii otosansür mü değil mi, para verir de psikanalize filan gönderirseniz, otosansür mü değil mi söyleriz. 

Kategoriler

Şapgir