Baronyan’ın mahallelerinde bugünün İstanbul’uyla gezinti

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran oyun ve mizah yazarı, Osmanlı Ermeni basınının güçlü kalemi Hagop Baronyan'ın Can Yayınları'ndan çıkan, 'İstanbul Mahallelerinden Bir Gezinti' başlıklı kitabı da, kokusu, sesi, insanları ile, okuru sokağa davet eden kitaplardan biri. Biz de o çağrıya kulak verdik.

Balat
FOTOĞRAFLAR: BERGE ARABIAN 

KARİN KARAKAŞLI
kkarakasli@agos.com.tr

İyi bir gezi kitabı, okura yolculuk hissi verir. Bir süre sonra kitabı da yanına alıp yola koyulmak, şu bahsi geçen yerleri kendi gözlerinle görmek, havasını solumak istersin. Aslında o yerlere ait kendi hikâyeni yaşamak ve kim bilir, belki de yazmaktır içinde yükselen his. Sokakların çağrısı bundandır. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran oyun ve mizah yazarı, Osmanlı Ermeni basınının güçlü kalemi Hagop Baronyan'ın Can Yayınları'ndan çıkan, 'İstanbul Mahallelerinden Bir Gezinti' başlıklı kitabı da, kokusu, sesi, insanları ile, okuru sokağa davet eden kitaplardan biri. Biz de o çağrıya kulak verdik. Kitabı henüz Türkçede yayımlanmadığı dönemde, ‘Bıduyd mı Bolso Tağerun Meç’ başlıklı Ermenice haliyle okuyan fotoğrafçımız Berge Arabian, kitaba konu olan, bir zamanlar Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı semtlerden iz yakalamanın peşine düştü. Ben de vapurun yan açığına oturup içinden akıp gittiğim İstanbul'a ve elimdeki kitaba baktım, çıkılamayan yolların kaydını tuttum.

Hagop Baronyan

Parodiye çakılan selam

Çıkılamayan yollar sözü boşa değil. Zira bugün Hagop Baronyan'ın peşinden izi sürülebilecek o tarihi Ermeni mahallelerinin yerinde yeller esiyor. Ama Baronyan kendisi de kitabın başlığından farklı olarak, döneminin Ermeni mahallelerindeki hayatı, alameti farikası olan mübalağa sanatı eşliğinde anlatırken, aslında tasvirden ve gezintiden farklı bir şey yapıyor.

O diğer ihtimal için Murat Cankara'nın Agos'un kitap eki Kirk'in 16 Mayıs tarihli sayısında yer alan yazısını anımsamakta yarar var. Bu kitabı “bir etnografi ve seyahatname parodisi olarak okumayı” öneren Cankara, Mark Twain'in ‘Innocents Abroad'da (1869) Twain gemiyle İstanbul'a girerken bu 'şehrin güzelliğinin, başladığı yerde bittiğini' yazdığında şehirle ilgili bir şey söylemekten ziyade seyahatnamelerin ve oryantalist söylemin şehri temsil etme biçimiyle dalga geçtiğini anımsatarak şöyle diyordu: “Benzer bir şekilde, kitabı Karekin Srvantzdyants'ın (1840-1892) Anadolu'yu gezerek yazdığı ve 1874-1884 arasında yayımlanan etnografik eserleri (örneğin ‘Toros Ahbar’) bağlamında okumak da çok ilginç olacaktır. Bu, etnografinin milliyetçilikle ilişkisi bağlamında önemlidir, çünkü Baronyan kitabında bir anlamda İstanbul'un ‘tersten etnografi’sini yapmaktadır. Böyle düşünüldüğünde çok modern(ist) bir girişim Baronyan'ınkisi; Ermeni cemaatine dair gözlemlerini parçalayıp mahallelere dağıtmakla kalmıyor, şiirsel/mizahi bir dil kullanarak dönemin yaygın türleriyle de alay ediyor.”

Kıvıl kıvıl eksikliği

Hagop Baronyan'ın mübalağa üzerine kurulu mizahi anlayışı, türlerin ve kalıpların sığ bakış açısını sergilemeye gerçekten de çok müsait. Kaldı ki, dönemin İstanbul'unda toplumsal hayat ve edebiyat üzerinde etkisi olan Fransızca ve İtalyancayı kendi kendine öğrenecek kadar okuma âşığı olan Baronyan'ın Avrupa edebiyatındaki parodi geleneğini uygulamayı istemiş olabileceği de tahmin edilebilir bir şey.

Kitabı yüz küsur yıl sonra hâlâ sıcacık kılansa, yazarın bu edebi göndermelerden bağımsız tanıklık ettiği hayatı kıvıl kıvıl anlatma mahareti. 1864’de yerleştiği İstanbul’da sekreter, aktar, öğretmen, gazeteci sıfatıyla çok farklı ortamlarda çalışan Baronyan, hayatı her zerresiyle gözlemlemiş. Berge'le konuştuğumuzda en çok bu kıvıl kıvıllığın eksikliği çıkıyor ortaya. “Kimi mahalleleri ararken, bir labirentte gibi yolumu kaybettim. Sanki ortada bir tek hayaletler kalmış. İnsanlar yok, boşluk ve binalar var. Hani kilise ve okullar da olmasa, çekilebilecek fotoğraf yoktu kimi yerde” diyor Berge.

Bu boşluğu, yakın tarihin bütün acı ve yıkıcı dönemeçleri sonunda Hıristiyan nüfusun sistematik azaltılmışlığına işaret saymamak elde değil. Kilise bahçelerinden sokağa taşan kalabalıklar, kahve ve pazarda birbirine farklı dillerden takılanlar yok artık. Misal, Baronyan’ın Kuzguncuk'una doğru şu satırlara bir göz atalım:

“Kuzguncukluların alışkanlığıdır, her gece, her pazar veya bayram günlerinde evlerde toplanıp eğlenmek. Konuştukları konular genellikle tavla ve kâğıt oynamak hakkındadır. Bazen de iskele kahvesinde Yahudilerle tavla oynayıp şakalaşma dersleri alırlar, Ani şivesiyle. Tavla veya kâğıt oyununda kaybeden, istediği ve yapabildiği kadar küfretmeye hak kazanır.”

Kuzguncuk

Berge'in Kuzguncuk fotoğrafında bir kadraja sığan cami ve kilise dışında, semtin çokkültürlü hayatına tanıklık eden bir veri yok. Balat'ta bir süre fabrika olarak hizmet veren ve sonra kaderine terk edilen o camları kırık Ermeni okulu ya da Üsküdar'da pek çok ünlü yazar ve şairin yattığı mezarlık, Ermenilerin 'olmayışını' anlatıyorsa en çok, bugünün sakinlerinin soracağı soruların zamanıdır elbet.

Kaldı ki, bu yok oluşun gerekçelerini Baronyan'ın kitabındaki şu paragraftan da izlemek mümkün: “Gedikpaşa'dadır Vartovyan Tiyatrosu. Kış mevsiminde gösterileriyle halkı eğitir. Son zamanlarda Bâbıâli tarafından Ermenice temsiller yasaklandığından yalnız Türkçe temsiller verilir. Mahalleli de korkusundan Ermenice konuşmaz ki, buradan bir ihtar gelmesin kendilerine...”

Sokaklardan avlulara

O ihtarı, sivri mizahi dili dolayısıyla Osmanlı sansür bürosu tarafından sıklıkla kendi eserlerine ilişkin olarak da duyan Hagop Baronyan, amiralar ve halk arasındaki sınıf farkını, aydın ve ruhani kesim içerisindeki yozlaşmayı, bitmek bilmeyen iktidar kavgalarını, sadece giyim-kuşam üzerinden öykünülen Batılılaşmayı, en çok da toplumsal hayattaki adaletsizlik ve hakkaniyetsizliği kıyasıya eleştirdi. Bu açıdan okunduğunda bugüne ilişkin olarak da “Biz bu filmi iyi biliyoruz” hissini veren anlatıda büyük dekor değişikliğinin adıdır İstanbul'un hikâyesi.

Bu hikâye her ne kadar Ermeni toplumuna özel gibi görünse de, esasen özellikle son yıllarda mahalle sakinlerini silindir misali ezen, onları şehir sınırlarının dışına süpüren o devasa ve ihtiraslı kentsel dönüşüm projelerinin de bir özeti olarak okunabilir. Bugün azalan nüfusları ile Ermenileri kamusal alanda, toplu olarak sokaklarda değil, hane içlerinde, okul binaları, mezarlık ve kilise avlularında  görebiliyoruz. Ama aynı zamanda, genel olarak da, mahalleler bir bir yok olurken; sokaklardan bakkal, manav, küçük esnaf ile top oynayan çocukların çekilişini izliyoruz. Artık her şey güvenlik kulübeli, yüksek site duvarlarının gerisinde. Fena halde 'soylu' bir hayat hüküm sürüyor rezidanslarda. O kadar ki, gerçeklerine sahip çıkamadığımız Boğaz konak ve yalılarının çakmalarını yaratıyor, nice siyasi çalkantıya şahit o çok özel Gazi Mahallesi’nin ortasına da Venedik konutları dikiyoruz. Bitmek bilmeyen bir şantiye alanının ortasında hep biraz iğreti yaşayıp gidiyoruz.

Narlıkapı

Yanardağ olarak Galata Kulesi

Yazarın Galata ile ilgili düştüğü kayıt, bütün değişimlere direnen Galata Kulesi dışında düşkünlükten elitliğe 'terfi edilen' istikamette eskilerden ibretlik bir durak: “Galata'nın sınırları güneyde yankesiciler, batıda sarhoşlar, kuzeyde katiller ve doğuda şarkıcı kızlardır... Mahallenin önemli dağı Galata Kulesi'dir. Siyasi yönden bakılınca Babil Kulesi sayılabilir. Şehirde yaşanan yangınların işaretini verir bu kule. Tepesinde hiç kar olmaz, yalnız ışık görünür, bu nedenle yanardağ da denilir. Meyhaneler kaplıcalarıdır, insanlar burada çok terler. Apsent, mastika, konyak vesaire maden sularıdır...”

Bugün Galata-Karaköy hattı da Galataport dahil olmak üzere devasa dönüşümler öngörüyor. Bu şehirde kendi değişmez kişisel koordinatlarına sahip çıkmaktan öte yaşama imkânı yok. İnsan, Baronyan bugünden baksa, gezinti duraklarında kim bilir ne hicvedilesi ayrıntılar yakalardı demekten alıkoyamıyor kendini. Hayat koca bir şakaya dönüştüğünde, elde kalan tek mücadele aracı mizah ve anılar. Şehrin dokusuyla bağ kurmak, kimi köşeleri sevdiklerinle özel kılmaktan geçiyor. Aslında şehirleri, yaşadığımız yerleri hep anılarla inşa ediyoruz. Baronyan'ın anlatısı bize kendi küçük hayat mekânlarımıza sahip çıkmayı anımsatıyor sanki. Sesleri, kokuları, dokunuşları, tatları, anıları kaydetmeyi. Soru sormayı ve asla unutmamayı...

Kumkapı 

Kadın okumaları

Baronyan'ın mahalle notlarında kadınlara ilişkin düşülen notlar ise yazarı farklı okumalara tabi tutmanın imkânlarına dair çok şey vaat ediyor. Feminist okuma açısından, genelleştirici bu ifadelerin, dönemin kadın gerçeğine, kadın dünyasının bireysel hakikatine dair bir şeyler yakaladığını söylemek mümkün değil. Kuzguncuk'taki Ermeni kadınları için şu satırlar yer alıyor: “Kadınlar da genellikle erkekler gibi hayat sürdürür. Kadınlar araştırma fikrine sahip olmaya hazır değil daha. Erkeklerin gönderdiği balıkları kızartarak geçirirler günün yarısını. Kuzguncuk'ta erkekler daha saygıdeğerdir kadınlardan. Kadınlar erkeklerin arkasından gider. Oysa Beyoğlu'nda bunun tersi. Erkek kadının arkasından gider. İncil'de dendiği gibi, 'Adam, annesini babasını bırakıp karısına bağlanacak.'

Kuzguncuk'un kadınları çalışkandır, İcadiye'den alırlar moda derslerini. Dedikoduya çok niyetli değildirler ama giyim konusunda dedikodu yapmaya yeteneklidirler.”

Yazarın kadının araştırma fikrine sahip olmadığını söylerken hangi veriye yaslandığı bilinmez. Zira aynı dönem, feminist kadın yazarların Anadolu'da kız çocukları için okul açılmasına ön ayak oldukları çok hareketli ve talepkâr bir zamandır. Keza Dış Kumkapı bölümündeki kadın portresi de 'namus' kavramının sıkıntısına dair bize çok şey gösterir:

“Kadınlar da aynı erkekler gibidir – çalışkan ve dürüst. Bunların içleri namusludur, oysa acayip kıyafetlerle dolaştıklarından dışları zıt görüntü verir. Gerçi kollarını, göğüslerini, bacaklarını açarak çamaşır sererler ama yine de kapalı kollarla, kapalı göğüslerle, kapalı bacaklarla evde çamaşır asan kadınlardan daha namusludur. Bu kadınlar çoğu zaman birbiriyle dövüşür ve barışırlar.

Bu kadınların diğer kadınlardan üstünlükleri vardır. Milleti çoğaltmak için fedakârlık yapar. Her bir kadın en az on altı çocuk anası olma onuruna sahiptir.”

Nice konuda ilerici ve eleştirel olan Baronyan'ın mesele kadınlara geldiğinde takındığı bu geleneksel, muhafazakâr tavır, ataerkinin köklerine dair ilginç tartışmaların konusudur. 

Üsküdar

İflah olmaz muhalif: Hagop Baronyan

1843’te Edirneli yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğan Baronyan, ilk ve orta öğrenimini Ermeni okullarında tamamladı. Bu arada bir yıl kadar da bir Rum okulunda eğitim gördü ve Rumca öğrendi. 1864’de İstanbul’a yerleşti. Hevesli bir okur olarak bazı Avrupa dillerini, özellikle de dönemin İstanbul’unda büyük etkileri olan Fransızca ve İtalyancayı kendi kendine öğrendi. Osmanlı başkentinde yayımlanan çeşitli dergilere katkı sunarak yazarlık konusunda deneyim kazandı.

Yayına hazırladığı mizah ve tiyatro ağırlıklı süreli yayınların ömrü kısa, fakat etkisi büyük oldu. Poğ aravodyan (Sabah Borusu), Yeprad (Fırat), Meğu (Arı), Ermenice ve Osmanlıca olarak iki farklı versiyonu yayımlanan Tadron (Tiyatro), Khigar (Bilgiç), Dzidzağ (Gülüş) isimli dergilerin yayını, içerdikleri toplumsal eleştiriler nedeniyle sıklıkla Osmanlı sansür bürosu tarafından durduruldu.

Baronyan’ın tiyatroya olan yoğun ilgisi çok genç yaşlarda kendini gösterdi. 1865’te yazdığı ilk oyunu, Goldoni’nin orjinal eserinin bir tür taklidi olan Yergu derov dzara mı (İki Efendili Bir Uşak) adlı kısa bir farstı. Bundan dört yıl sonra, görücü usulü evlilikleri ve evlilikte sadakat konusunu genellikle neşeli bir üslupta ele aldığı ilk komedisi Adamnapuyjn arevelyan (Şark Dişçisi) geldi. 1872 yılında Şoğokortı’ya (Dalkavuk) başladı ancak yarım bıraktı; bu eseri yaklaşık elli yıl sonra, bir başka büyük mizah yazarı olan Yervant Odyan tamamlayacaktı. 1880-81 yıllarında yayımlanan esaslı taşlaması Medzabadiv muratsganner (Haşmetlu Dilenciler), taşralı eşrafın patavatsızlığına ve naifliğine odaklanırken, bu niteliklerin aynı zamanda çeşitli sanatsal, profesyonel, dini ve zanaatkâr fırsatçılar tarafından sömürülmeye ne denli açık olduğuna da dikkat çekiyordu. Son eseri Bağdasar Ağpar ise yine boşanma teması etrafında modern Ermeni kurumlarını eleştirir.

Hayatı boyunca yazdığı her eserde hiciv ve toplumsal eleştiriye yer veren Baronyan 1891’de İstanbul Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi’nde tüberküloz hastalığından öldü. Ölüm bu muhalif kişiliği susturmuş gibi görünse de, eserleri okunduğu ve izlendiği müddetçe, onun keskin mizahı, okurları güldürmeye ve adaletsizliklere karşı kalemiyle mücadele edenlere yol göstermeye devam edecek.