Geçtiğimiz haftalarda düzenlenen Fotoİstanbul'da, ‘Metruk Kent’ isimli çalışmasını sergileyen Aykan Özener, İkinci İstanbul olma telaşına kapılmış Çanakkale’nin, aslında nasıl bir “metruk kent” olduğunu, Rumlardan, Ermenilerden geriye neler kaldığını anlattı.
Kentler hızla değişmeye devam ediyor. Binlerce insan, yıllardır yaşadıkları yerlerden göç etmeye zorlanıyorlar. Kentlerin çeperlerinde, düne kadar adını dahi bilmedikleri yerlerde yaşamak zorunda bırakılıyorlar. Son on yıldır giderek hızlanıyor kentsel dönüşüm. Alışveriş merkezine ya da otele dönüşen parklar, mega projeler, yükselen gökdeleneler, birbirinin aynı TOKİ evleri, durmaksızın devam ediyor. Son yıllarda memleketin temel gündemlerinden biri hâline geldi. Ancak kentlilerin sürgün edilmeleri şimdilerin meselesi değil sadece. O eski kentliler artık yerlerinde değil. Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Yahudiler, sistemli bir şekilde, her dönem yerlerinden edildiler. Evlerini, işyerlerini, tarlalarını, kiliselerini, okullarını, fabrikalarını bırakıp kaçmak zorunda kaldılar. İzleri bile silinmek istendi. Kiliseleri yıkıldı, sokakların adları değiştirildi. Şimdilerde, İstanbul’un üç beş mahallesine sıkışır oldular.
Kentler her dönem fotoğrafın en temel konularından biri oldu. Fotoğrafçılar, gözlerini sokaklardan ayırmadılar. Gidenlerin ardından neye benzedi kentlerimiz, şimdilerde daha çok görür olduk. Aykan Özener de o fotoğrafçılardan biri. Kenti fotoğrafın derdi hâline getirmiş. Yıllardır yaşadığı Çanakkale’ye onun gözünden bakıyoruz bir süredir. Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nde fotoğraf dersleri veriyor. Çanakkale Fotoğraf Festivali düzenliyor, Pan Görsel Kültür Derneği’nin başkanlığını yapıyor, ArkeoAtlas dergisinin fotoğraf editörü.
Geçtiğimiz haftalarda düzenlenen Beşiktaş Uluslararası Fotoğraf Festivali’nde (Fotoİstanbul), ‘Metruk Kent’ isimli çalışmasını sergiledi. İkinci İstanbul olma telaşına kapılmış Çanakkale’nin, aslında nasıl bir “metruk kent” olduğunu, Rumlardan, Ermenilerden geriye neler kaldığını gördük.
Aykan Özener, Çanakkale’nin nasıl metruk bir kente dönüştüğünü ve ikinci İstanbul olma telaşının nelere yol açtığını anlattı.
Kent, fotoğraf çalışmalarınızda geniş bir yer tutuyor. Bunun özel bir nedeni var mı?
Çanakkale’deki projelerimin tümünün ‘urbanizm’ başlığı altında toplandığını söyleyebilirim. Aslına bakarsanız günümüz projelerinin çoğunun temasını urbanizmin oluşturduğunu söyleyebiliriz. Beşiktaş Uluslararası Fotoğraf Festivali’ne beş adet çalışmamı yolladım. Fakat bu çalışmaların ortak noktası olarak Çanakkale’nin kaybolmuş veya kaybolmaya yüz tutmuş, terkedilmiş mekânlar olduğunu görmüş olacaklar ki, bunlardan bir seçki yapıp tek bir başlıkta toplamamı istediler. Mesela kendi başına bağımsız bir çalışma olan ‘Aynı Şehirde Aklar Düşemedi Saçlarına’ çalışmam, 1964 zorunlu göçü sırasında ve 1974 Kıbrıs Harekâtı sonrasında insanların terk etmek zorunda kaldıkları evlerden arta kalan eşyalar ile terkedilmiş mekânların fotoğrafları üzerinden, insanlara, ait olduğunu hissettikleri bir yerden ayrılmaya zorlanmanın nasıl bir his olabileceğini düşündürmek için yapıldı. ‘Yağ Fabrikası’ isimli çalışmam ise, yine bu bölgede çoğunlukla gayrimüslimlerin işlettiği yağ fabrikalarından geriye kalan eşyalar ve binaların fotoğraflarından oluşuyordu. Ardından, Çanakkale içinde Sarıçay kıyısına konuşlanan eski kentin izlerini taşıyan terkedilmiş evleri bir süredir fotoğraflıyordum zaten. Çalışmalarımın toplamına baktığımda, ortaya bir “metruk kent” görüntüsü çıktı. Sonuçta da, bu çalışmalarımdan yaptığım seçkileri bir araya getirip izlediğiniz sergiyi oluşturdum.
Türkiye’de kentler hızla değişiyor, bir dönüşüm süreci var. Çanakkale ise İstanbul gibi göz önünde değil pek. Çanakkale’de nasıl bir değişim yaşanıyor?
Yıllarca unutulmuş, kendi kabuğundaki bu taşra şehri, şimdilerde İstanbul’un kontrolsüz bir biçimde kanser gibi etrafına yayılmasından nasibini almaya başladı. ‘Kanal İstanbul’ projesi, Çanakkale Boğazı’na yapılması düşünülen köprü, Kazdağları’ndaki maden rantı ve en çok da Erdoğan’ın “Çanakkale neden ikinci İstanbul olmasın” sözünü söylemesiyle yatırımcıların ilgi odağı hâline geldi. Şimdilerde kent, hızla alışveriş merkezlerinin kapladığı, bahçeli evlerin yerine ise apartmanların inşa edildiğini görüyoruz. Özellikle, başta İstanbul olmak üzere diğer büyük kentlerin kaotik yapısından yılan ve yaz aylarında gelip çok beğendikleri bu kente yerleşme hayali kuranların sayısı, son yıllarda çok arttı. Bugün, taşra insanın dinginliğine kavuşmak isteyen ama kentlilik bilinciyle yetişmiş ve üzerinden bunu henüz atamamış metropol insanının, iktidar mücadelesine sahne oluyor kent. Bu mücadelede metropollerden gelen insanlar, rantla ve bunun sonucunda meydana gelen çevre felaketlerine karşı mücadele ederken, kentin yerlisi diyebileceğimiz çoğunluk ise “nasıl büyüyebiliriz”in peşinde. Yapılmakta olan alışveriş merkezlerine ilgi çok büyük mesela. Dolayısıyla, kent hakkı savunuculuğu, aslında kente sonradan gelenlerin önderliğinde yürüyor. Bütün çevre direnişlerinin profilini, kente sonradan gelenler oluşturuyor. Ama son yıllarda öyle büyük bir kıyıma başlandı ki, artık sanırım yavaş yavaş kentin eski yerlileri de bu direnişe katılmak zorunda kalacaklar. Son örnek de, hükümetin Kuzey Marmara için oluşturduğu plan. Bu plan, Bandırma ve Balıkesir arasında kalan son ekolojik sistemi de tehdit edecek bir boyuta sahip. Örneğin, yalnızca Biga Yarımadası’na 12 adet termik santral kurulması planlanıyor. Bozcaada için düşünülenler ise, herkesin bilgisi dahilinde.
Kentler, giderek tarihi özelliklerini yitirerek kimliklerinden koparılıyor ve birbirlerinin kopyasına dönüşüyorlar. İç karartıcı bu manzara, bir fotoğrafçı gözüyle bakınca nasıl görünüyor?
Bir fotoğrafçı olarak bunu, 15 yıl önce bu kente geldiğimde biliyordum. O günden beri Çanakkale’yi belgeliyorum. Çünkü ben de metropol kentlerde büyüdüm ve bu hükümetle birlikte nasıl vahşice bir kentsel kıyıma gidildiğini biliyordum. Kendimi, Red Kit’teki cenaze levazımatçısına benzetiyorum bazen. Keşke, bu güzelim kültür kaybolmasa da, bu kıyımı belgelemesem diyorum. Ama bana düşen de bu sanki. Çünkü iyi bir proje, konuya hâkim olup yakınında olununca yapılabilir. Hem Çanakkale tüm global sorunların göbeğinde bir kent. Kazdağları, kentsel dönüşüm, deniz, tarihi yarımada, Türkiye’nin ikinci büyük yerleşik Roman toplumu, kentten köye yerleşim vb. konular. Burada aynı anda yürüttüğüm üç projem var. Yani bir fotoğrafçının bu kentte şu sıralar çok yapabileceği çok şey var.
Çanakkale’de üç gayrımüslim mahallesi vardı
Türkiye’de kentlerin dönüşümü, aslında gayrimüslimlerin kentleri terk etmesiyle başlıyor. Çanakkale için de buradan da başlatabilir miyiz dönüşümü? Siz nasıl düşünürsünüz?
Çanakkale, günümüzde taşra sayılan kentler arasında. Dünya savaşları sonrası unutulup âdeta kendi kabuğuna çekilmiş. Antik dönemleri saymazsak, kıyıda köşede kalmış bir kent. Osmanlı’nın İstanbul’u fethetme girişimleri, Boğaz’ın girişindeki bu kenti önemli bir konuma getirmiş, her iki kalenin hemen yanı başına kuruluvermiş kendiliğinden. Boğazın en yakın iki kıyısına yapılan Kilitbahir ve Çimenlik kalelerinin dibinde serpilmeye başlamış. Osmanlı döneminin fethinden sonra çok da önem arz etmeyen bu şehirde, 1840 ve 1843 yıllarındaki sayımlarda, şehirde dört Müslüman mahallesi ve üç tane de gayrimüslim mahallesi olduğu tespit edilmiş. I. Dünya Savaşı’nın en kanlı çarpışmalarına sahne olan bu topraklar, savaş sonrasında meydana gelen devletler arası sorunlardan payına düşen birçok değişime sahne olmuş. Özellikle, Lozan Antlaşması’yla başlayan sürecin sonrasında ve Kıbrıs olayları yüzünden yaşanan siyasi çalkantılar sırasında kentteki gayrimüslimlerin Çanakkale’yi terk ettikleri görülüyor. Bu üç mahalleden geriye, yalnızca metruk binalar kalmış. Ancak yerli esnaf arasında, Musevilerin ayrı bir yeri var. Hemen hepsi sohbetler sırasında eski komşularından bahsediyor. Haklarında hiçbir kötü söze şahit olmadım. Belki, Çanakkale kent nüfusunu oluşturan yerli insanların çoğunun da, savaş sonrasında buraya getirilip yerleştirilmesinin etkisi vardır. Kente ait en estetik dokuyu hâlâ bu metruk binalar oluşturuyor. Ermeni Sokağı’ndaki Surp Kevork Kilisesi, zaman zaman kullanılan sinagog ve etrafındaki eski yapılar, bunlara en iyi örnek. 1915’e kadar şehrin çok kültürlü bir toplumsal yapısı var. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler buralarda hep birlikte huzur içerisinde yaşamışlar ve kent kültürüne büyük katkılar sunmuşlar. Onların kenti terk etmeleri sonucunda, Türkiye’nin birçok kentinde yaşanan kent dönüşümü burada da gerçekleşmiş elbette. O gün ve bugün arasında oluşan kent dokusu, mimari yönden gerçek bir felaket. Şimdilerde yaşanan kentsel dönüşüm ise, tamamen kültürel yapıya uzak bir yabancılaşmayı beraberinde getiriyor.