PARRHESİAPAR
Saç, Beden ve İktidar
Ermeni kadınlarının uzun, örgülü saçlarını gördüğümüz fotoğraflar çoğunlukla 1915 öncesinde çekilmiştir. Bu tarihten sonra Halep, Beyrut, Kudüs, İskenderiye, Kıbrıs, Syros, Atina, Pire ve diğer pek çok yerde çekilen yetim, öksüz ve hayatta kalan Ermeni kadınlarının saçları kısacık ya da sıfır numaradır. Hele de çocukların saçları özellikle kazınmıştır. Saçların kazınması kadınların ve genç kızların cinsiyetsizleştirilmesi, dışarıdan bakanın gözüne hoş görünmemesi, böylelikle kaçırılmaması, köleleştirilmemesi için alınan bir önlemdi. Bir başka deyişle kadınların saçları çok ciddi bir güvenlik sorunuydu. Bu nedenle, 1915 sonrasında uzun saçlı Ermeni kadını görmek son derece zordur.
Ermeni Feminizmi İçin Bir Özür
Her 8 Mart’ta Osmanlı Ermeni kadın hareketi üzerine çeşitli etkinlikler düzenlenmekte. Yıllar içinde de yine bu yazarlar hakkında hatırı sayılır sayıda kitaplar, köşe yazıları yayınlandı. Ancak üzülerek ve özrün ilk sebebi olarak ifade etme ihtiyacı duyuyorum ki, bu yazarların edebi üretimleri hayat hikayelerinin gölgesinde bırakıldı. Bununla birlikte İstanbul dışında kalan kadınların 1915 öncesi ve sonrası yaşamları ve mücadeleleri hiç olmamış gibi, Düsap’ı takip eden kadın yazar ve entelektüellerin yaşam ve faaliyetleri üzerinden kalıplaşmış bir feminizm söylemi baskınlaştırıldı; halbuki uzun uzadıya sayamayacağım listede sadece Hagop Mıntsuri’nin kısa hikayelerinden bile kavardaki kadınların mücadeleci yaşamlarına dair pek çok çıkarım yapılabilir.
Dokuyucu kadınlar olduğumuzu hatırlamak
Hratch Kozibeyokian babadan dokumacı. Babası halı dokuma işini Halep’teki kağtagayan’da (sürgün merkezi) hayatta kalan dokuyucu kadınlardan öğrenmiş. 1977’de Beyrut’tan Kaliforniya’ya gelerek, babasıyla birlikte halı restorasyonu mesleğini sürdürmüş. Hratch bize koleksiyonundan halılar çıkarıp teker teker bu halıların hikâyelerini “okumaya” başladığında, ne kadar temel bir bilgiden yoksun kaldığımızı, ne kadar dinlesem yetmeyeceğini fark ettim. O bir halıya bakıp bütün bir ömrü görüyordu. Bu da yetmiyor, dokuyanın tecrübesini, yaşını tahmin edebiliyordu.
Yaşam veren hikâyeler, mayalanmış hafızalar
Koharig yayamla ilgili en canlı hatırladığım durum yerinde duramayan halleri ve olağanüstü yemek hazırlama meziyetiydi. Evde ne varsa onları bir araya getirip lezzetli sofralar hazırlardı. Anneannem sürekli yemek hazırlayarak, sevdiklerini (bazen zorla) besleyerek hayatına anlam katan biriydi. Belki de aile hikâyelerini anlat(ma)manın yolunu bu şekilde bulmuştu. Ursula K. Le Guin, “Taşıyıcı Torba Kuramı” başlıklı denemesinde, edebiyattaki kahraman anlayışına eleştirel bir pencere açar. Uzun vadede tahrip edici bir güce dönüşen kahramanlık anlatılarının yerine, taşıyıcı anlatıları önerir. Kahramanın silah taşıyan erkeksi bir figür olması yerine, ilk kültürel aracın öldürmek için değil, taşımak ve saklamak için kullanılan bir torba olduğunu hatırlatır. Antropolog Elizabeth Fisher’ın da desteklediği bu görüş, anlatının merkezine yaşamı sürdürmeyi, beslemeyi ve dönüşümü alır.
Görünmemenin güveni
Babamın babası dedem Istepan 1915’te Tokat Erbaa’da birkaç genç kız akraba ve komşunun yardımı ile dönemin kız çocuğu kıyafetleri giydirilerek ve yüzüne çamur sürülerek kurtulmuş… “almayın onu, o çirkin” sözleri ile farkedilmemeye duacı olarak altı kardeşli ailesinin tek hayatta kalan ferdi olmuş henüz yedi yaşında. Annemin babası dedem Sarkis ise, Sinop-Gerze’de sepetçilik ve tarım ile uğraşan bir ailede dünyaya gelmiş, Ermenice öğrenmeden, kimliğini gizlemenin öneminin altı çizilerek büyümüş. Ona bazen hatıralarını sorduğumda önce hemen konuşmak istemez, sonra köyünün güzel doğasını hatırlar; bir süre sonra ise nahoş anılar dile gelir...
Bekleyiş
Arek Khachikian, 1895’de “Haç Işığı” anlamına gelen Khachaluys köyünde, bugünkü Hınıs (Ermenicesiyle Hnus) kasabasında doğmuştu. Saygın bir aileden geliyordu ve köy okulunda oldukça başarılıydı. Genç kızken varlıklı bir ailenin oğluyla nişanlanmıştı. Kaderin cilvesi bu ya, geçirdiği talihsiz bir kaza onu topal bırakmış ve bu durum karşı tarafın nişanı bozmasına neden olmuştu. Neyse ki yoksul bir aileden gelen Sako onunla evlenmeyi kabul etmişti. Ancak, 1915’de jandarmalar Sako’yu ve Arek’in iki küçük oğlunu öldürmüştü.
Konya Ereğli’den İstanbul’a: Yayamın Hikayesi
1940’lı yıllarda Ereğli’de bir Ermeni kilisesi bulunmadığı için, yayamın babası Artin, vaftiz için Kayseri’den bir papaz getirmiş. O dönem vaftiz edilmemiş ne kadar çocuk varsa, bir günlüğüne yayamların evinde toplanmış, kepenkler kapatılmış, sessizlik içinde, kimse duymadan hep birlikte vaftiz edilmişler. Yayam da bu şekilde, 7 yaşında vaftiz olmuş. Konya Ereğli’de Cumhuriyet döneminde ne bir Ermeni kilisesi ne de bir Ermeni okulu varmış. Bu nedenle Ermenice öğrenememiş. Her sohbetimizde, bu eksikliğin onda bıraktığı hüznü derinden hissederdim.
Bir keman, bir evlilik ve yüzyıllık hayat
Bu yazı, Berlin’deki Villa Oppenheim, Charlottenburg-Wilmersdorf Müzesi’nde sergilenen “Re-Membering: Diasporadaki Ermeni Yaşamının İzleri” sergisi için kaleme alındı. 17 Nisan’da açılan sergi 14 Eylül’e kadar açık. Sergi, Charlottenburg-Wilmersdorf Müzesi ile Akebi ve Houshamadyan iş birliğiyle gerçekleştirildi. Küratörlüğünü Asuman Kırlangıç’ın üstlendiği bu sergide Tamar Sarkissian'ın daveti üzerine sergilediğim aile yadigârı kemanın ve fotoğrafların hikâyesini, bu kez gazete sayfalarında okuyucularla paylaşıyoruz.
Yaşayan bir edebiyata sahip olduğumuzu fark etmek
Aklımıza şu soru geliyor: Ermenice dili ve Ermeni edebiyatı yalnızca nostaljik midir ve geçmişe ait olmaya mahkum mudur? Batı Ermenicesinin bugünkü edebi temsili suskunluk ve travmadan öteye gidemez mi? Veya Batı Ermenicesinin ve kökenlerin önemi Batıdan gelen keşifle mi değer kazanır ki bu da bir çeşit oryantalizm değil midir?
Wasafiri’nin “Armenia(n)s: Elevation” Sayısı Üzerine Düşünceler – Dil ve Kültür
Boyadjian, Batı Ermenicesinin yalnızca bir hayatta kalma aracına indirgenmesini sorunlu buluyor. Ona göre bu yaklaşım, dilin tarihsel coğrafyası olan Batı Ermenistan ve Kilikya’dan koparılmasının yarattığı bir travma tepkisi. Eğer dil esasen iletişim içinse, Batı Ermenicesini konuştuğunu iddia eden bazı bireylerin bu iletişimde nezaket ve sabırdan yoksun oluşu dikkat çekici. Boyadjian bu nedenle, dil aktarımında sabır ve anlayışın özellikle diaspora bağlamında ne kadar gerekli olduğunu vurguluyor. Onun bu tespitleri, İstanbul ve Beyrut’taki deneyimlerle de örtüşüyor.

