‘Bu benim yazamama hikâyem’

Karin Karakaşlı’nın yeni kitabı ‘Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz’ çıktı. Kitabını kendisine sorduğumuzda, Karakaşlı ‘yazamayışının hikâyesinden’ başlıyor anlatmaya.

Karin Karakaşlı’nın yeni kitabı ‘Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz’ Can Yayınları etiketiyle çıktı. Kitabın Utku Lomlu imzalı kapak tasarımı ilk bakışta kuş tüyü hafifliğinde ve kadın sesi yumuşaklığında bir anlatı vaat ediyor okuyucusuna. Aslında bu vaadi bir anlamda yerine getiriyor Karakaşlı; yaşadıklarının, topluma yaşatılanların ağırlığını belleğinde yumuşatıyor önce, sihirli sözcükleriyle yeniden şekillendiriyor ve sonra koyuyor okurun önüne. “Yıllardır benimle birlikte yaşıyor” dediği bu anlatıya Hrant Dink’in hayatından koparılışı da giriyor, dostlarıyla paylaştığı sıradan olduğu kadar olağanüstü anlar da. Dahası Thomas’ı ve Asiye Kabahat’i tanıştırıyor bize; hem kendi anlatısını hem de bizim dünyamızı onların dokunuşlarıyla zenginleştiriyor. Kitabını kendisine sorduğumuzda ise ‘yazamayışının hikâyesinden’ başlıyor anlatmaya.

‘Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz’ kitabının seni yansıtan, kişisel bir tarafı var. Anlatı nasıl şekillendi?

Sanırım bu, kişisel hikâyelerimden yola çıkan yegâne kitabım. Bu durum kendiliğinden oluştu; yazmaya başladığımda belirli bir plan dâhilinde hareket etmiyordum. Dahası, yazamama halimi sorguladığım bir dönemdeydim. Üzerinde çalıştığım ancak tıkandığım bir romanım vardı. Onda ilerleyemezken, küçük notlar biriktirdim. En sonunda da bu notlarda saklı sesime kulak vermek zorunda kaldım. Bir edebiyat ödeşmesi gibi, yazamadığım romanımın kahramanı Thomas gelip bizzat benimle ilişkiye geçerek kendi hakkını talep etti. Sonunda, içerisinde gizli bir roman kurgusu barındıran, tür olarak da dil olarak da şimdiye kadar denemediğim, sürpriz bir kitap çıktı ortaya. Hikâyenin kişisel boyutunu, topluma tanıklık eden, sahici ve vurucu yönüyle birlikte kurguladım. Hepimizin farklı katmanlarda bambaşka gerçeklikleri olduğunu düşünürsek, bu kitapla beni tanımanın mümkün olmayacağını söyleyebilirim. Bu aslında benim yazamama hikâyem ve bunu paylaşabileceğim tek alan edebiyattı.

Kitabı okurken, ‘John Malkovich Olmak’ filminde oyuncunun kafasına giren karakter gibi, okuyucu olarak senin kafana girdiğimi ve anlattığın dünyaya senin gözlerinden baktığımı hissettim.

O yoğun atmosferi yaratmak için bu duyguyu yakalamak gerekiyordu. Bu, yaşadıklarının yoğunluğundan bağımsız olarak, matematiksel bir kurgu çalışmasıyla yeniden yarattığın bir şey. Dolayısıyla o sıcağı sıcağına halle, duyguyla arana, onu ifade edebilecek demde bir mesafe koyman gerekiyor. Ben de o anlatıcı sese ihtiyaç duydum. Bu, benim için aynı zamanda bir zaman tanıklığıydı çünkü. Yaşananların içinden geçen sadece ben değilim. Bugün de maruz bırakıldığımız iç savaş hali, akıl sır erdiremediğimiz manipülasyonlar, hakikate muhtaçlığımız, gazeteciliğin haber vermek dışında her şeye dönüşmesi... Tüm bunlar madem okul kitaplarında anlatılmayacak ya da başka yerlerde yalan yanlış kayda geçecek, öyleyse ben de edebiyat aracılığıyla bununla ödeşmek ve bir yazar olarak bu yükten kurtulmak istedim. Sanki ancak bunu yaptıktan sonra kendimi bütünlüklü bir kurguya bırakabilecektim. Kitapta kurgu karakterlerin arasına hayatın başka bir sesi giriyor. O sesin, Thomas aracılığıyla, kendi hakkını aramasını istedim. Sonunda, tam ne noktadaysam o dönemin hikâyesi çıktı ortaya.

Anlatıda hem zamanlar, ülkeler hem de gerçekle gerçekdışı arasında geçişler var. Bir taraftan bunu sağlarken diğer taraftan bütünsel bir kurguyu nasıl oluşturdun?

Aslında hayat hiçbirimize kronolojik olarak yaşatılmıyor. Zamanın seyri herhalde bir yanılsama. Zaman benim için döngüler halinde ilerliyor ve bu döngüler farklı çaptaki daireler gibi birbirinin içinden geçiyor. Zaman ve mekân, zihnimizin oyunlarına ve kalbimizin hislerine bağlı olarak değişiyor. Ben de edebiyatın hayata en yakın durduğu bu kurguyu okura hissettirmek istedim. Eğer rastgele bir kokunun, cılız bir sesin ya da bir şarkının yarattığı çağrışımlarla yıllar ya da coğrafyalar arasında gidip gelebiliyorsak, edebiyatta da böylesi bir akışı yakalamak mümkün. Zaten buradaki anlatıcının iç dünyası da bir hayli karışık. Dolayısıyla ondan her şeyi planlı, oturaklı ve dingin bir şekilde anlatmasını beklemedim.

Kitaba çok sayıda karakter dâhil oluyor; kimi gerçek hayattan, yakın çevrenden, kimi ise hayali. Onları nasıl tanımlarsın?

Bende iz bırakanlar ve kayda geçirdiklerim onlar. Elbette çok yakın olduğum başka insanlar da var; fakat buradaki kurgu, kendine uygun anıları ve insanları çağırdı. En başta Hrant Dink olmak üzere, geçen yıl kaybettiğimiz Sarkis Seropyan’dan yakın arkadaşlarım Pınar Selek, Levent Pişkin, Yıldız Tar ve Özlem Toprak’a kadar pek çok insanın izdüşümü var kitapta. Yollarımın kesiştiği, beni hayal kırıklığına uğratan, birlikte başlangıçlar yapamadığım ya da kaybettiğim insanlar da var. Bunca kişiselliğine rağmen, kitap beni anlatmıyor. Herkesin bu anlatı içerisinde kendi izdüşümlerini bulmasını, kendi anılarını hatırlamasını, korkuları ve şarkılarıyla ödeşmesini arzuluyorum. Diğer taraftan, yazarın kendisini de bir kurguya dönüştürmesi söz konusu. En başta kendimden yola çıksam da varmak istediğim başka bir menzil vardı. Zaten kitabın sonlarına doğru da Thomas alabildiğine baskın geliyor; yazarla didişmeleri aracılığıyla bitmeyen romanını bu kitaba dâhil ediyor.

Öyleyse yazdıklarını senin yaşamöykünü okur gibi okumak bir yanılsama mı?

Aslında anlatıcı kendini Karin olarak tanıtıyor. Anlatılan birçok şeyin de benim hayatımda tekabül ettiği gerçeklikler var. Fakat anlatacaklarım arasında seçim yaparken ortaya çıkan kurgu bana neyi öne çıkarıp onlardan nasıl bir ben çıkaracağımı dayattığında, ben de karaktere teslim oldum. Anlatılan Karin, bendeki Karinlerden biri sadece. Ben, kendimi anlatmaktan imtina ederim, benimle ilgili çıkan hiçbir şeyi okuyamam, kendime tekrar bakamam. Bütün bunlara rağmen kendimi bu şekilde ortaya koyuşumda anlatmak istediğim bir meram var. Bunu bütün duyu ve dokulara hitap ederek yapmak istedim. Okuyanı içine çeksin, huzursuz da etsin, rahatsız da etsin, kolay da ilerlemesin ya da su gibi aksın gitsin, bir yerlerde takılsın, ama bir önce ve sonra yaratsın... Thomas da kitabın bir hediyesi olsun.

Thomas karakterinden bahsedelim mi biraz? Onunla daha önce tanışmamıştık, çünkü onu anlattığın roman hiç bitmedi…

Thomas korkularını sahte bir özgüvenle donatan, kendiyle dertleri olan, Berlin’de yaşayan bir karakter. Şehre duyduğum aşktan dolayı hikâyede mutlaka Berlin olsun istiyordum. Ancak kitap yazılamadığı için Thomas evime gelip benimle bire bir ilişkiye geçen bir karaktere dönüştü. Ben, onunla aramızda geçen diyaloglardan çok şey öğrendim. Ona aslında hiçbir şeyin benim elimde olmadığını, bir yola çıkıldıktan sonra hep beraber onun neye evrildiğini göreceğimizi gösterdim. Sonra da birlikte ilerledik. O ise annesinin ölümüyle yaşadığı sarsıntıyı, kimliğine dair keşiflerini, önyargılarını, pişmanlıklarını, arayışlarını, kısacası kendini açtı bana. Bu yüzden de ona müteşekkirim.

Thomas kadar Asiye Kabahat de kitapta bana mutluluk veren bir ses. En baştaki anlatıcıdan farklı bir kadın sesi aynı zamanda. Onu çok sevdim ve ondan da çok şey öğrendim. Thomas’a ve Asiye Kabahat’e çok teşekkür ederim.

Kitaba Ermeni Soykırımı, LGBTİ mücadelesi, Gezi Direnişi ve gündeme dair notların giriyor.  Fakat en ağır basan Hrant Dink’in öldürülmesiyle yaşadıkların. Onunla ilgili hislerini nasıl yansıttın kitaba?

Bu sadece benim hikâyem değil, düzenle derdi olan herkesin ortak hikâyesi galiba. Biraz muhalif duruyorsan, sorguluyorsan, bir şeylere tepki gösteriyorsan zaten siyasetin kendi maksadını aşarak ne kadar arsızca senin küçük dünyana daldığını, kimi zaman tecavüz ettiğini görüyorsun. Diğer taraftan, siyasetin de sakin bir şekilde arka fon olarak kalmadığı bir ülkeden yazarken ve hele ki bu bahsi geçen olaylar senin küçük hayatına doğrudan değiyorsa, bunlarla ödeşmenden ve içinde yaşadığın ikilikten böyle bir anlatım çıkması doğal.

Hrant Dink cinayetiyle ilgili bana dili çok dokunan pek çok metin, açıklama ve konuşmadan alıntılar yaptım. Aslında bu benim dille de ödeşmemdi. Bunu yapmak için de çok bekledim. Çünkü sıcağı sıcağına yaşananlarla ilgili yazdıklarım yeterince hakkaniyetli olmayabilirdi. Onu kendimden çıkarıp layıkıyla başka ellere emanet etmek istedim. Umarım özellikle kitaptaki o bölümler doğru bir şekilde değerlendirilir. Çünkü bu bana ait bir şey değil; teslim ettiğim bir emanet ve onu alan ellere güvenmeye ihtiyacım var.

Bu kitap yazarı gibi okurunu da bir hesaplaşma içine çekecek o halde…

Ben okura alan tanımayı çok önemsiyorum. Bugüne kadar en çok sevdiğim ve bende iz bırakan kitaplar, hep bana dokunan, beni zorlayan ve kendi sorum, yargım ya da hissiyatım için bana alan tanıyanlar oldu. Zaten kendi yazarlığını sorgulayan bir insanın ilahi anlatıcı gibi buyurgan dille bir dünya yaratması söz konusu olamazdı. Şu andan itibaren ‘Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz’ benim kitabım değil. Kendi söyleyeceklerim bitti, simdi okurların yazma zamanı. Çünkü okumak da bir yazma edimidir.

KİTAPTAN

‘Su’

“Yürüyüş değil bir sürükleniş bu. Üzerimizdeki kalın paltolar, kabanlar birbirine sürtüyor. Çok fazlayız. Herkesin eli kolu birbirine değiyor ama et buz gibi.

Yine de hissediyorum o eli. İnce, kemikli, zarif bir kadın eli. Günlük hayatımda olan biri değil ama mezarlığa giden yolda yanımda işte. Ve tersi de geçerli; hayatımda olan niceleri de yanımda değil o an. Bir eliyle kolumu sıkıca kavramış. O eli kolumda hissettikçe mezarlığa giden yolda olduğumu hatırlatabiliyorum kendime. O el bir nevi koordinat.

Sonra diğer eliyle küçük plastik şişede su uzatıyor. ‘Hadi canım, biraz su iç.’ Bakıyorum suya. O da suya bakan bana bakıyor. Başkalarının sende gördüklerini yüzlerinde hissetmek tuhaf bir his. Kendinin film hali. Yüzü kasılıyor bana bakarken. Şişeyi açıp ensemi tutuyor. Şişenin ucunu ağzıma dayamış. ‘İç bir tanem, aç ağzını.’”

‘Thomas’

“‘Orda öylece hikâyemi beklemekten bıktım,’ dedi Thomas. ‘Senin kitabı yazacağın yok, ben de bir kendimi hatırlatayım dedim.’

Kanepenin diğer ucuna ilişiyorum. Sigarasını yakmış bile. Normalde tütün sarar ama bu aralar çok gergin olduğu için sarmakla uğraşamıyor. Yanındaki lambayı yakıyorum. Epey zayıflamış görüşmeyeli.

‘Aç mısın, bir peynir tabağı, biraz kırmızı şarap?’

‘Harika olur, adeta ruhumu okuyorsun,’ diyor. Dediği anda da kahkahalarla gülüyor. ‘Herhalde okurum ruhunu, onu ben yazdım!’ diyorsun içinden değil mi?’

‘Öyle mi sahi? Hayata hükmün geçmezken kurguyu mu idare edeceksin.’

‘Dediğin gibi olsa burada ne işin olurdu,’ diye sordum. Gecenin başından beri aradığım mantıklı soru sanki buydu.

O âna kadar ağzından çıkan dumanların havada çizdiği şekillere bakmakta olan Thomas birden gözünü gözüme dikti. ‘O kadar inanarak, o kadar çaresiz yazmışın ki kendi kurgumdan fırladım,’ dedi. Güldüm. ‘Desene, o zaman hayat da koca bir kurgu. Gerçek her neye inanırsan, inandığını nasıl anlatırsan o.’”

Kategoriler

Kültür Sanat Edebiyat



Yazar Hakkında