"Ermenistan'ı 'savaş öncesi' ve 'savaş sonrası' olarak ayırmak gerek"

Agos’un kıdemli foto muhabiri Berge Arabian, yakın arkadaşı ve aynı zamanda meslektaşı olan Hüseyin Ovayolu ile hem kimlik meselesi hem de fotoğrafçının son projesi üzerine sohbet etti. Ovayolu’nun Ermenistan anılarından kişisel kimlik hikâyesine birçok konunun konuşulduğu söyleşinin ilk bölümünü yayınlıyoruz. Söyleşinin ikinci bölümünü önümüzdeki hafta paylaşacağız.

Senelerdir sizi tanıyorum ve işlerinizi çok seviyorum ama bir yandan da merak ediyorum, nerede ne yapıyorsunuz diye. Projeleriniz karışık değil ama belli bir formatta da gitmiyor. Balkanlara, Kafkasya’ya, Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan’a gittiniz, İran’da işlerinizi gördüm. Web sitenizde panaromik fotoğraflar var, bu fotoğrafları çekerken ne düşünüyorsunuz?

Aslında yıllarca aklımda dönen, kafamın içinde sürekli bir şekilde yazmaya çalıştığım bir hikâye oluyor. Daha sonra bu hikâyeye kesinlik kazandırma aşamasında bir teknik belirliyorum. Teknik bir dil, teknik bir üslup belirlemeye çalışıyorum. Bunun için ekipman seçimini yapıyorum. O hikâyeyi en iyi anlatabileceğim ekipmanı seçiyorum. Bu bazen bir polaroid olabiliyor, bazen bir panoramik bir kamera olabiliyor veya dijital, tamamen plastik görüntüsü veren bir standart dijital kamera olabiliyor.

Hikâyeyi belirledikten sonra teknik de kendini bir şekilde buluyor. Benim için başta hikâyenin değeri ve derinliği önemli. Sosyal hafızamla beraber kendi deneyimlerim, tecrübelerim ve kurduğum ilişkiler üzerinden bir hikâye bulmaya çalışıyorum. Bunu da kendi iç dünyamı anlatmanın en doğru yolu olarak görüyorum. Bunun için mesela İstanbul’da öğrenciyken, burada yaşarken İstanbul’un fotoğraflarını çekiyordum. Ama İstanbul benim için bir defaya mahsus bir hayattı, tekrarı yoktu. Yaşadığım her şey tamamen o ana özeldi. Anın hiçbir ana hiçbir şekilde müdahale edemiyordum çünkü öğrenciydim ve çok iyi paralarla da okumadım ve onun için de sürekli neye denk gelirsem, ne yaşarsam o anın tadını çıkarmaya çalışıyordum. Bu süreçte bir polaroid kamerayla tamamen hiçbir şekilde müdahale edilemeyen ve çektiğin anda sana teknik olarak ne verecekse o kameranın ve filmin üzerindeki kimyasalın sana verdiği ölçüde bir fotoğrafla yetiniyordum. Bu da benim o zamanki hayatıma çok benziyordu. Çekiyordum ve o an görüyordum.

Polaroid serisinden

Hangi görseli, hangi manzarayı çekeceğinize ne zaman, nasıl karar verdiniz?

Portreler de var, otobüse bindiğim otobüs durağı da var, Karaköy’de kaldığım öğrenci yurdunun çatısından Sarayburnu da var... Ne bileyim, martılar da var... Yani İstanbul’a dair her şey var. Bu proje 2009’dan 2019’a kadar sürdü. Tabii öğrenciliğim bittikten sonra da bu projeyi devam ettirdim. Çünkü İstanbul benim için bitmemişti. Ne zaman 2019 senesi geldiğinde bir şey bana “dur” dedi. İlk başladığımda, 2009 sonbaharında, Cankurtaran’da tren yolunun altındaki alt geçitte bir portremi çekmiştim, Oraya 2019 sonbaharında da gittim ve aynı yerde bir portremi daha çekerek projeyi bitirdim. Onun haricinde 2016’dan beri çalıştığım ‘Yurtsuz’ hikâyesiyle de öncelikle doğduğum, büyüdüğüm Gaziantep ve civarını, daha sonra da Türkiye’yle alakalı veya doğduğumuz zamandan beri duyduğumuz diller, dinlediğimiz hikâyelerin/dinlerin yaşandığı ülkeleri ziyaret edip yurt nedir, yurtsuzluk nedir, bunun üzerine bir şekilde doğduğum, büyüdüğüm coğrafyayı ve etrafını anlamak için böyle bir pratik geliştirdim. Kendimi bulmak için, biraz kendimi anlamak için bolca seyahatler yaptım. Bunun için de analog siyah-beyaz film kullanarak panoramik formatta çekiyorum. Çünkü daha çok şey görmek istiyorum, bir kadraja daha çok şey sığdırmak istiyorum, daha çok şeyi kucaklamak istiyorum ve onun için panoromik bir dil belirliyorum. Biraz da bu hani bir yolculuktur, hayatın kendisi de bir yolculuktur ve bu yolculukları da tamamen bir yol etkisi yaratması için ince uzun bir kadrajın normal standart fotoğraf kadrajına anlatımının güçlü olacağına ve beni daha iyi anlatacağını inanıyorum. Bununla beraber sınırları geziyorum, insanların kendi kafalarında yarattığı sınırlar veyahut devletlerin yarattığı resmî veya resmî olmayan sınırlar, bu sınırları ziyaret ediyorum.

Sınırlar derken, komşu ülkeleri mi kast ediyorsunuz?

Bazen değişiyor. Mesela Filistin-İsrail arasındaki sınır veya Kıbrıs’ta Kapalı Maraş bölgesinin derme çatma elle yapılan sınırı... Keza Ermenistan’da bir Kürt köyü var, Elegez adında bir Ezidi köyü... Orada mesela hayvanlar, koyunlar gitmesin, kaçmasın diye yaptıkları bir sınır var. Yani ahırla beraber çevirdikleri böyle bir çit var ve eski arabalardan yapmışlar, eski hurda arabaları böyle duvar yapmışlar mesela. Bu da benim için bir sınır. İnsan eliyle yapılmış veya devletler tarafından yapılmış, terk edilmiş sınırlar... İşte, Filistin-İsrail arasındaki duvar gibi birçok hikâye var.

Toplumsal renkleri ve çeşitlilikleri anlatmak için de bir şekilde farklı ziyaretlerde de bulunuyorum. Beyaz maskeler ilgimi çekiyor çünkü maskeler biraz gizleyici oluyor, gerçeklik bağıyla aramızdaki gerçekliği sorgulamamıza bir vesile oluyor, ona inanıyorum. Onunla beraber “Ben kimim?” sorusunun biraz daha farklı bir anlatımı olarak görüyorum. Bu yaptığım iş ve çektiğim projenin sonunda bir kitap olmasını, hatta bunun ilk kitabım olmasını istiyorum. Bu fotoğraf kitabının aslında bir yerde tamamen neyin nerede çekildiğinden ziyade birbirini arka arkaya gelen ardışık fotoğrafların ne anlattığıyla, görsel bir roman, görsel bir hikâye tadında olmasını planlıyorum. İran ve Lübnan yolculuğundan sonra bu projeyi bitirmeyi hayal ediyorum. Yakın zamanda da bunun için Ermenistan’a gittim. Oraya daha önce farklı projelerim için gitmiştim. Şimdiyse, en son, ‘Yurtsuz’ serisi için Gümrü’den tutun Armavir'e, Sardarabad’dan tutun Vanadzor’a, birçok yere gittim... Bayağı verimli bir çekim süreci yaşadım. Orada güzel dostlarım var. Sadece fotoğraf üretirken değil, fotoğraf üretmediğim zamanlar bile fotoğrafın içindeyim çünkü her yerde sanat var, her yerde insanların bir şekilde fotoğrafla alakalı seninle paylaşacakları çok güzel bir fikirleri var. Bu yüzden de oraya yaptığım her ziyaret benim için çok besleyici, verimli geçiyor.

Transition serisinden- Moskova

Bu insanları nereden tanıyorsunuz? Şimdi “arkadaşım” diyorsunuz ama eskiden bu insanlar size yabancılardı. Bu sosyal sohbeti nasıl kuruyorsunuz? Mesela ben altı dil konuşuyorum, siz üç dil, ben de sosyal bir insanım, ama sizin gibi başka ülkelere gitmek veya arkadaş olmak benim için çok zor. Siz hem fotoğrafın dilini konuşuyorsunuz hem de sosyal bir diliniz var. Ben bunu yapmakta çok zorlanıyorum. Siz bu dili nasıl kullanıyorsunuz?

Sebebi şundan dolayı olabilir: Antep biliyorsunuz ticaret şehri. Ben çocukluğumdan beri gerek babamın gerek dayılarımın yanında ve ticaretin içinde büyüdüm. Ticaret de iletişim demektir. Yani ticaretin karşılığı iletişimdir. Çocukluktan beri hep iletişimin bu yönden güçlü olduğunu düşünüyorum. Hep bir şeyler satardık, reklam yapardık. Bununla beraber bir iletişim de gelişti. Çocukluktan kalan belki böyle bir pratik oluştu. Tabii insan insanın kurdudur bir yerde ama insan insanın da gerçekten vazgeçilmezidir. İnsan gerçekten insansız yaşayamaz. Tabii çoğu zaman doğru insanlar oluyor veya yanlış insanlar oluyor ama ben denerim, tanışmak isterim. Zaten olmazsa da bir şekilde yolumuzu ayırırız.

Bir proje için gittiğiniz ülkelerde tanıştığınız insanlar, o ülkenin hal ve durumu anlatıyorlar mı size? Yani tanışırken sadece sohbet mi ediyorsunuz sosyal olarak, yoksa politika da konuşuyor musunuz?

Kesinlikle anlatıyorlar, politika da konuşuyoruz. Mesela Yerevan’a son gittiğimde bir arkadaşla tanıştık. Yerevan’ın biraz yukarısında Avan diye bir bölge var, orada pizza dükkânı işletiyor. Bu kişi aynı zamanda İtalya’da eğitim görmüş ve Ermenistan’da uluslararası ilişkiler bölümünde akademisyen şu an. Hayk abi var, onunla pizza yemeye gittik. Oturduk mesela o kişiyle, biz gece geç saatlere kadar dükkân kapattık, oturduk muhabbet ettik ve tamamen Türkiye ve Türkiye'deki sosyo-politik durumlar üzerine ve aynı zamanda son Karabağ savaşı üzerine konuştuk. Yakın zamanda yaptım Ermenistan yolculuğu öncesi Azerbaycan’daydım ve Karabağ’daki savaşın olduğu yerlere, o şehirlere gitmeye çalıştım fakat izin vermediler. Muhtemelen kim olduğumu biliyorlar ve bir şekilde orada devlet görevlileri tarafından izin verilmedi. Toplam 14 gün kaldım. O 14 gün boyunca bana izin çıkmadı ve gidebildiğim kadar yakın yerlere gidip fotoğraf çektim ama çok da riske atmak istemedim çünkü bu fotoğraf hikâyemde bu da olmalı diye düşündüm. Yani bir şekilde yaşadığım döneme de tanıklık ediyorum. Yaşadığım bu dönemin bir şekilde fotoğraflarında da olmasını istiyorum. Nihayetinde bu görsel hafızadır ve görsel hafıza da yer alsın istiyorum. Pizzacı ve akademisyene dönelim, mesela o kişiyle biz saatlerce bu savaş hakkında konuştuk işte. Bazen de çok daha başka konular üzerine, mesela sanata bir sohbet oluyor.

Yurtsuz (Uprooted) serisinden- Ermenistan

Şimdi bir de şu var: Yereldeki insanları tanımak istememin sebebi, aradığım o saf ve içimdeki o yolculuğa ait fotoğrafı bulmak için kişiler üzerinden bir mekân belirliyorum. O kişi de bana anlatıyor, “Bak, şöyle bir yer var” diyor. Ben kendimi ne kadar doğru ve temiz anlatırsam karşımdaki de beni o kadar iyi anlayıp bana yol gösterici oluyor. “Şuraya git, şunu çek”, “Bak şurada senin aradığın gibi terk edilmiş bir mekân var” veyahut “Şurada şöyle bir heykel var” diye bana yardımcı oluyorlar. Bu noktada tabi o ikili ilişkinin dürüstlüğü ve gerçekliği aslında konuşuluyor, önemli oluyor. Mesela Bakü’ye gittiğimde, Azerbaycan’dan arkadaşımın bir arkadaşı beni bir yere götürecekti, “Orayı çekme” dedi. Harabe bir görüntü, bir bina... “Neden çekmiyorum?” dedim, “Orası iyi değil dedi. Mesela Armavir’e ve o bölgeye ziyaret ettiğimde oradaki Sovyetler döneminden kalan yerlere, eski bloklara gittim, eski tren yolu tarafını gezdim. Hiçbir arkadaşım da bana “Dur, ne yapıyosun?” demedi. “Burayı çekme, burası harabe, eski görüntü bu, Ermenistan’ı doğru anlatmaz” demedi. Çünkü benim ne aradığımı biliyor, o fotoğrafın sanatımda nasıl bir yer edineceği, neyi nasıl bir yer alacağını biliyor. Mesela Azerbaycan’daki arkadaşımın istediği aslında bir katalog, ülkesinin sadece güzelliklerinin fotoğrafları çekilsin istiyor. Gösterişli, güzel, sokaklar güzel, vs.

Çoğu insan öyledir... Mesela, bir rahibin portresini çekeceksin, hepsi tertemiz olacak. Eğer bir pislik görürlerse hemen “Bunu çekme,” “Bu poşeti buradan çıkartalım” demeye başlıyorlar. Ben kalabalık fotoğraflar da seviyorum, yani biri nasıl yaşıyor, gidip fotoğrafını çekmek istiyorum. Ermenistan gibi bir ülkeye gidiyorsunuz, Türkiye’den gidiyorsunuz, Türkçe konuşuyorsunuz, aksanınız var, sizinle nasıl iletişim kuruyorlar? Daha doğrusu şöyle sorayım, bu iletişim savaş öncesinde nasıldı, savaş sonrası nasıl oldu?

Kesinlikle, ‘savaş öncesi’ ve ‘savaş sonrası’ olarak ikiye ayırmak lazım. Savaş sonrası gittiğimde her şey yani tamamen değişmiş, 180 derece farklı bir Ermenistan vardı. Mesela 2012’de veya 2018’de gittiğim zamanda Türkiye’den geldiğimi rahatlıkla söyleyebiliyordum, muhabbet edebiliyorduk. Sokakta telefonla Türkiye’den biriyle konuştuğumda, Türkçe konuştuğumda veya yanımda Ermeni bir arkadaşımla Türkçe konuştuğumda rahatsız olmuyorduk. Şimdi konuştuğumuzda insanlar anlıyor ve dönüp bakıyor, rahatsız oluyor. Bu normal, çünkü çok ağır bir savaş süreci yaşandı. Binlerce genç hayatını kaybetti ve Türkiye’nin bu noktada Azerbaycan tarafındaki rolü herkes tarafından ulu orta bir şekilde görüldü, zaten bir şova dönüştü. Eskiden rahatça insanlarla konuşup iletişim kurarken şimdi daha önyargılı ve daha mesafeliler. Tabii ben de bunu anlayarak ve bu acıyı bildiğim için çok dikkat ettim ve çoğu zaman acaba bir yerde fotoğraf çekerken polis benden pasaportumu isteyecek mi, soracak mı tedirginliğini yaşadım. Dediğim gibi bu sürecin hâlâ ciddi etkileri var insanlar üzerinde. Psikolojik olarak birçok insanı hâlâ etkisinde tutuyor o savaşın izleri. Bu yüzden de savaş öncesindeki rahatlığım bu yolculuğumda yoktu diyebilirim. Hatta yakın zamanda İstanbullu bir Ermeni arkadaşımla konuştuğumda aynısını söyledi, “Konuşamadık, rahat değildik” dedi. Hatta bir keresinde Türkçe konuştukları için uyarılmışlar.

“Ben kimim?” sorusunu sormuştunuz kendinize. Yani kimlikle ilgili soru soruyorsunuz. Bu projede bu sorunun cevabını ne kadar buldunuz? Bu proje, bu soru hakkında size ne kadar yardımcı oldu? Kimlik sizin için ne anlam ifade ediyor?

Kimlikle ilgili ciddi problemi olan bir ailede doğdum. Kürt, Alevi bir ailede doğdum. Yani ne Kürtlükle alakalı bir tam bir bilgimiz vardı ne de Alevilikle. Yani ne Kürtlük ne de Alevi’idik. Bizim köyümüz aslen Maraş sınırları içerisinde. Yaşanan Maraş Katliamı’nın üzerimizdeki travmatik etkisiyle beraber Antep’te çoğunluğun Sünni ve Müslüman olduğu mahallelerde, apartmanlarda büyüdük. Burada geçen bir çocukluğun ardından kendimizi ve kendimi tanımaya başladığım andan itibaren “Ben kimim?” sorusunu sormaya başladım.

Bu soru belki ergenlik zamanından beri hep aklımda döner durur. Dediğim gibi Kürt, Alevi bir ailede doğup büyümenin verdiği çok büyük eksiklikler var. Çünkü her iki taraftan da bir şekilde yoksun yetişiyorsunuz. Bir Alevi ile konuşuyorsunuz, diyor ki “Kürt’ten Alevi olmaz”, sonra bir Kürt ile konuşuyorsunuz, o da “Kürt nasıl Alevi olur?” diyor. İkisi arasında doğuya gidiyorum, Kürdistan’da bunu yaşıyorum, batıya gidiyorum, Tahtacı Alevileri ile konuşuyorum, bunu yaşıyorum. Bu bende hep böyle bir boşluk yarattı. Seyahat ederek, insan tanıyarak ve fotoğraf çekerek bu boşluğu doldurmaya başladım. Bu boşlukla dolan zaman, aslında otuzlu yaşların etkisini aklımda ve bedenimde hissettiğim an, bu projeye başladım. Otuzlarımda başladım bu panoromik seriye, beş altı yıldır çalışıyorum, ve bu hikâye üzerinden bir şekilde o boşluğu doldurmaya çalışıyorum. Ben kendimi ne kadar buldum, ne kadar tanıdım onu da bilmiyorum. Açıkçası yolculukların hepsi bir göçebeyi andırıyor, hiçbir zaman bir vakit planlaması yapmadan yolda olabiliyorum. Bazen otostopla, bazen para buluyorum uçakla seyahat yapıyorum ama şuna inanıyorum ki bu projenin, bu hikâyenin sonunda biraz kendimle alakalı, biraz o içimdeki boşlukla alakalı bir yol kat etmiş olacağım. Tabii hayat, belki önümüzde daha çok zamanımız var, belki de hiç yok, bilmiyorum ama bir şekilde bu 35 yaşın, o yolun yarısının özeti gibi olacaktır diye düşünüyorum.

Diğer 35 veya şairin de dediği gibi yolun diğer yarısı için neler olur bilmiyorum ama tabii aklımda yine hikâyeler var. Mesela Antep’le alakalı hikâye var. Dünyanın farklı yerlerine gittiğimde tanıştığım çok ilginç Antepliler var. Bu Antepli Ermeni oluyor, Antepli Yahudi oluyor, Antepli Ezidi oluyor... Ben bu insanlarla bir proje yapmak istiyorum, hemşeri diye. Gidip hemşerilerimi bulmak istiyorum, onlarla fotoğraf çekmek, onların hikâyelerini, onların videolarını belgesel yapmak istiyorum.

(Devam edecek...)



Yazar Hakkında