Çoğu Antakyalı olan bir grup sanatçı tarafından oluşturulan Sıfır Noktasında Sanat, depremlerin Antakya’da meydana getirdiği hasarı ve şehrin bugününü ele alıyor. Almanya’nın Saksonya eyaletine bağlı Leipzig şehrindeki Galeri KUB’ün ev sahipliği yaptığı sergi, 7 Eylül Cumartesi günü açıldı.
6 Şubat 2023’te 11 ilde hissedilen depremler şüphesiz en çok Antakya’yı olumsuz etkiledi. Depremlerin üzerinden bir buçuk yıl geçmesine rağmen şehrin büyük kısmı halen konteynerkentlerde yaşıyor ve su, gıda gibi temel ihtiyaçlardan yoksun. Çoğu Antakyalı olan bir grup sanatçı tarafından oluşturulan Sıfır Noktasında Sanat, depremlerin Antakya’da meydana getirdiği hasarı ve şehrin bugününü ele alıyor. Almanya’nın Saksonya eyaletine bağlı Leipzig şehrindeki Galeri KUB’ün ev sahipliği yaptığı sergi, 7 Eylül Cumartesi günü açıldı. Yerleştirmeden fotoğrafa, illüstrasyondan videoya farklı disiplinlerden oluşan sergide Murat Germen, Melissa Kurtuluş, Emrah Gökdemir, Macide Yalçınkaya, Anastasia Kurtuluş, Sedef Arık, Aslı Şanlı, Çağla İster, Hatice Yıldız Züreyk, Meryem Yalçınkaya, Kenan & Sefa Nuraydın, Ezgi Aysever, Ayben Kaynar Tanır, Evrim Kavcar, Memed Erdener, Raziye Kubat, Pawel Korbus katılımcı olarak yer alıyor. serginin küratörlüğünü ise Emrah Gökdemir, Melisa Kurtuluş ve Olga Vostretsova üstleniyor.
Sıfır Noktasında Sanat’ı Murat Germen ve Melissa Kurtuluş’la konuştuk.
Deprem bölgesine ne zaman gittiniz? Karşılaştığınız manzara nasıldı? İlk gittiğinizde neler yaptınız?
Murat Germen: 1999 depremi olduğunda, hem İtalyan hem de İngiliz ağırlıklı iki ayrı gruba rehberlik yapmıştım. Bu gruplar arasında, Boğaziçi Kandilli Rasathanesi’nden gelen deprem uzmanları da vardı. O dönemde yabancı gruplar için dil bilen rehberlere ihtiyaç duyuluyordu ve bu vesileyle onlara rehberlik yapmıştım. Bu insanlar çok disiplinliydi. Özellikle Almanya’dan gelenler, ne yapacaklarını ve nasıl çalışacaklarını çok iyi biliyorlardı.
Onlarla rehberlik yaparken bir yandan fotoğraf çekiyor, diğer yandan dört kulakla dinliyordum. Hangi konulara odaklandıklarını, neyi bilmek istediklerini, hangi fotoğrafları çektiklerini ve nereye gitmek istediklerini anlamaya çalışıyordum. Bunu anlatıyorum çünkü deprem olunca hepimiz ne yapabilirim diye düşünüyoruz. Mali yardımlar yaptık ama bu yetmiyor; başka şeyler de yapmak gerekiyor.
O dönemde dedim ki, “Ben zaten bu konuda tecrübeye sahibim, neden çalışmayayım?” Şehirciler odası, mimarlar odası, haritacılar odası ve inşaat mühendisleri odası gibi kuruluşların bilgiye ve veriye ihtiyaçları vardı. Bağlantılı olduğum insanlarla birlikte hareket etmeye karar verdim. Ancak ilk gün, üçüncü gün, beşinci gün derken kimseyi bulamıyordum. Çünkü ben arama kurtarma uzmanı değildim. Ben oraya yalnızca olay yeri incelemesi yapmak için gitmiştim.
Bu süreçte, profesyonel fotoğraf makinelerinde GPS modülü olmadığını fark ettim. Fotoğrafı nerede çektiğinizi hatırlamıyorsanız, bu bilgiyi bilmeniz mümkün değil. Neyse ki, cep telefonlarında GPS rotasını tutan ve fotoğraflarla eşleştiren bir yazılım buldum. Bu sayede fotoğraflar delil olarak kullanılabilecekti. Gerçekten 2000’den fazla fotoğraf çektim. Çoğunda kolon, kiriş ve donatı demiri detayları yer alıyordu. Çok eski binaların inşaatlarında nervürsüz demir kullanıldığı için, hasarda büyük bir rol oynuyordu.
Tüm bu detaylar, yumak gibi olmuş demirler dahil, hem mimari hem de yapısal anlamda çok önemliydi. Beyaz elbiseler giyen ve CSI dizilerindeki araştırmacılar gibi çalışan bir şekilde fotoğraf çekip belgelemeler yaptım ki başkalarının işine yarasın. Sonrasında bu fotoğrafları Google Drive’a yükleyip herkesin erişimine açtım. Gerçekten de birçok kişi faydalandı. Haritacılar, şehirciler, mimarlar hatta avukatlar bile benimle iletişime geçti. Birkaç avukat, binalarda meydana gelen hasarları ispat edebilmek için bu fotoğrafları kullanmak istedi.
Ne zaman gittiniz?
M.G.: Depremden 10 gün sonra. Okul başlıyordu ve ikinci deprem, yani Hatay üzerindeki 6,4 ve 5,8 şiddetindeki deprem oldu. O sırada Hatay’daydım. Sallandık ve bu depremin ana depremin %1’i kadar bir güçte olduğunu söylediler. Buna rağmen, bu bile o kadar korkutucuydu ki ana depremin gücünü hayal bile edemedim.
Bu sergideki fotoğrafların hiçbiri o 10 günlük süreçte çekilmedi. O döneme ait fotoğraflar burada yok. Çünkü o süreçte ürettiğim çalışmaların, birilerine faydalı olduğunu hissettim. Normalde biraz sağlamcıyımdır, ama bu sefer oldukça risk aldım. Sürekli bilinmeze bakıyordum; uçak biletlerine, otobüs seferlerine, gruplara göz atıyordum ama hiçbirine dahil olamıyordum. Sonunda bir gün, ayın 16’sında Pegasus’tan tek yön Adıyaman bileti buldum ve “Oh, Allah!” dedim. Ne olacağını hiç bilmiyordum, tamamen spontane bir yolculuk oldu.
Bu çalışmaları gören insanlar bana işbirliği teklif etmeye başladılar. Sıfır Noktasında Sanat adlı bir programda yer almamı önerdiler. Evrim, Mardin Bienali’nden tanıdığım biriydi ve o beni bu sanat ekibine tavsiye etti. İlk bana yazdığında hemen kabul ettim. “Ne demek ister miyim? Canıma minnet!” dedim. Sanat üzerinden bir iyileşme sağlamak gibi büyük bir hedefim yoktu ama sanat aracılığıyla bir çaba parçası olmak beni çok ilgilendiriyordu.
Sonra ekiple bağlantı kurduk ve tarih belirledik. Ne yapacağımız üzerine düşünmeye başladık. O dönemde ben “Antakya ve Antakyalı ne istiyor?” şeklinde provokatif bir başlık önerdim. Çünkü şu anda Antakya’da Sir Norman Foster gibi ünlü isimlerin ve Türkiye’nin önde gelen mimarlarının yer aldığı bir master plan yapılıyor. Ben bu çalışmaları da sorguladım ve bazıları bana kızdı. Antakya üzerine çok yazılıp çizildi, ancak yeterince Antakyalının fikri alındı mı diye merak ediyordum. “Antakya’nın geçmişini tamamen geri getirmek imkânsız, peki nereye doğru götürülebilir?” diye sorular soruyordum.
Biz de “Antakya ne istiyor?” başlığı altında bir beyin fırtınası yaptık. Bir board aldık, üzerine kâğıtlar yapıştırdık, herkesin fikirlerini sorduk ve yazıya döktük. Daha sonra iki gün saha çalışması yaptık. Bu süreç çok verimli oldu çünkü Antakyalılar bize nerelere gitmemiz gerektiğini gösterdi. Çalışmaların tamamı bu sürece dayanıyor. Benim sadece 20-30 fotoğrafım var, ama toplamda 350 fotoğraf var ve hepsi katılımcılara ait. Bu anlamda kolektif bir bellek yaratmak istedik ve Antakya’nın yeniden inşasında önemli bir araç olmasını amaçladık.
Bir şiir yazdınız, olay yeri inceleme işinizin yanında. O şiirin hikâyesini anlatır mısınız?
M. G.: Dilge Can’ın şiiri o. Melissa bana gösterdi, “Çok güzel yazılmış” dedim. Üstelik Antakyalı biri yazmış. Dedim ki, bunu mutlaka eklemeliyiz.
Bu arada, “Antakyalı ne istiyor?” gibi bir şeyler söylemek lazım. Benim de bu konuda bir şeyler söylemek istemem doğaldır. Ama tabii onların adına konuşmuş ve özetlemiş gibi olacağım. Antakya’da anladığım kadarıyla, en önemli şeylerden biri, insanların bir araya geldikleri mekânlar. Çünkü ortak bir kültür var ve insanlar yan yana durmayı gayet güzel becerebiliyorlar. Bu nedenle bu mekânlar çok önemli. Röportaj yapıyoruz ya, mesela bu mekânların en acil ve öncelikli şekilde restore edilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Eğer restorasyon mümkün değilse, orada yerinde yenileme gibi bir şey yapılmalı. Mesela Cemil Meriç Kütüphanesi gibi güzel örnekler var. Daha önce müze olarak kullanılan bu bina, şimdi kütüphaneye çevrilmiş. İçerisi yazın serin, insanlar huzurla bir araya geliyor, internete bağlanıyorlar. Burası adeta bir vaha gibi. Bu mekânların önemi üzerine konuştuk.
Aklımda kalan bir diğer yer de Uzun Çarşı. En önemli yerlerden biri olarak ortaya çıktı. Mesela bir köşede Uzun Çarşı ile ilgili bir çalışmamız var. İlk toplantımızda Uzun Çarşı’yla ilgili şöyle bir dedikodu dolanıyordu: “Tamamen yıkacaklar ve yeniden inşa edecekler.” Bu nedenle bir panik havası vardı. Orayı vaka analizi olarak çalıştık ve üzerine konuştuk. Birçok konu başlığı çıkardık ve bunları değerlendirdik. Zamanla, bazı kısımların ne yapılacağına dair bilgi verilmeye başlandı. Ama hâlâ bazı bölümler hakkında bilgi verilmedi.
Uzun Çarşı’nın önemi, özellikle depremden sonra ortaya çıktı. Merkezde, yaşamla bağ kurabileceğimiz çok az yer kaldı. Oraya girdiğinde tekrar yaşamla bağ kurduğunu hissetmek, orada hâlâ bir şeylerin var olduğunu görmek insanlara güç veriyor. Bu, yaşamla olan direncini artıran bir şey. O yüzden Uzun Çarşı bizim için çok değerli bir çalışma alanı oldu. Tabii eskisi gibi olmayacak, ama bu yerler hala çok önemli.
Bu noktada şunu sormak istiyorum: Sanatla iyileşmek çoğu durumda söz konusu olabilir ama burada çok başka bir şey yaşandı. Murat Bey bir Antakyalı değil ama siz Antakyalısınız. Sanatla iyileşme ifadesini bu sergi üzerinde ya da Antakya üzerinde nasıl anlatırsınız?
Melissa Kurtuluş: İyileşme kelimesi bana da çok iddialı geliyor. Çünkü bu süreçte birçok insanın kullandığı, ama biraz da içi boşaltılmış bir kavram olduğunu düşünüyorum. Aslında ben iyileşmeyi şöyle görüyorum: Bir aradalık. Sanat, hem bir ifade alanı açıyor hem de bu bir aradalığı yeniden kurmak için bir yol sunuyor. Öyle anlar yaşadık ki, unuttuğumuz o birliktelik duygusunu tekrar hatırladık. Öyle anlar vardı ki, hiçbir şey yokmuş gibi kahkaha atabiliyor, gülebiliyor ya da kendimizi farklı şekillerde ifade edebiliyorduk. İnsanlardan da buna dair geri dönüşler aldık. Başka bir ifade biçimi, acıyı ya da yasını bilindik yöntemlerle yaşamak yerine, onu dönüştürmek için bir araç olarak kullanmak mümkün. Ben iyileşmeye böyle bakıyorum.
İlk başta ‘iyileşme’ kelimesini kullanıyorduk ama iyileştirebilmek için önce bizim iyileşmemiz gerekiyor. Peki, biz nasıl iyileşeceğiz? Sevdiğimiz, bildiğimiz ve yapmaktan hoşlandığımız şeyleri yan yana gelerek, birbirimize anlatarak, birbirimizin yeteneklerinden etkilenerek birlikte yapacağız. Bu iyileşme sürecini gerçekleştirdikten sonra, belki de başka insanlara örnek olabilirsek, ‘Bak, ne güzel şeyler yapmışlar’ diyerek iyileşmeye küçük bir adım atmış olacağız.
Murat Hoca’mın söylediği şey aslında bizim çıkış noktamızdı. İlk başta toplantılara başvurmadan önce, “Başvuralım mı, başvurmayalım mı?” diye düşünüyorduk. Hepimiz travmatizeydik, henüz üç-dört ay geçmişti. Süreç böyle başladı. Sonra çevremizden, “Bu size de iyi gelecek” gibi bir motivasyon aldık. Biz de en iyi bildiğimiz yolla yola çıkmaya karar verdik. Murat Hoca’mın dediği gibi, önce kendimizi iyileştirmek, bir arada olmak ve sonra bunu yaymaktı amacımız.
İnsan olan herkes bu olaydan etkilendi. Ama hiç şüphesiz, orada doğup büyümüş ya da ailesi orada olan biri için durumun farklı bir boyutu var., ‘3-4 ay sonra hâlâ travmatiktik’ dediniz. Bu olay üzerine bir şey yapmaya karar verdiğinizde, önce bunu kabul edip sindirmeniz, onunla yüzleşmeniz ve bir şeyler yapmanız, yaşanan travmayla başa çıkmak gerekiyor...
M.G.: Zaten tam olarak bundan bahsediyordum. Travmadan bahsedemem aslında. Çok etkilendim, evet, ama yaşananların yanında kendi yaşadıklarımı travma olarak görmek bile bana biraz abartılı geliyor. 1999 depremini de görmüştüm ama bu çok daha büyük bir yıkımdı. Hayatımda böyle bir yıkımla hiç karşılaşmadım. Ama yine de travmadan söz etmeye utanıyorum. Çünkü bölgede o kadar büyük acılar yaşandı ki, kim benim travmamla ilgilenir?
Ama şunu da söylemek istiyorum; sanırım burada güzel bir şey ortaya koyduk; ve devam etmeliyiz, bu işin sürekliliği çok önemli. Beraber bir çalışma yaptık ve ortaya bir şeyler çıkardık. Farklı ifade biçimleri, belgeleme yöntemleri, unutmama ve bellek oluşturma yollarını keşfettik. Bundan sonraki süreçte ne olacağını takip etmeye devam edeceğiz. Örneğin, TOKİ projeleri nasıl ilerleyecek? Antakya’nın ne istediği konusunda da bir bilinmezlik var. İnsanlar nereye yerleşecek? TOKİ’ye gideceklerse, hangi TOKİ’ye gidecekler? TOKİ’deki hangi apartmanda oturacaklar? Kimse hiçbir şey bilmiyor, kimseye bir şey söylemiyorlar. Uzun Çarşı’da dükkânı olan birisi, oraya nasıl dönecek? Eğer kiracı değilseniz, size ne gibi bir mülkiyet transferi sunacaklar? Dükkânlar zaten küçüktü, daha küçüğünü mü verecekler?
Benzer bir durum evler için de geçerli. 100 metrekarelik bir eve sahipseniz ya da 3+1 bir daireniz varsa, depremzedelere çoğunlukla daha küçük daireler verilecek deniyor. İstanbul’da da böyle oldu. Depremzedelere daha küçük daireler verildi ve insanlar evlerinin yenilenmesini büyük bir yatırım olarak gördüler. Ama İstanbul’da bile arsa değerlerinin yüksek olduğu yerlerde 120-130 metrekarelik evlerin yerine 90 metrekarelik daireler verildi. Aynısı burada da olacak. Erdoğan bizzat açıkladı; evin eski büyüklüğünde olmasını isterseniz üzerine para vermeniz gerekecek diye. Bu, kapitalizmin aşağılık numaralarından biri. “Yarısı bizden” diye bir laf var, ama bu tamamen illüzyon. Sanki bir iyilik yapıyorlarmış gibi görünüyor, ama aslında ev sahiplerine yarısı için bile ödeme yaptıracaklar. Ben zaten ev sahibiydim, bana “yarısı bizden” diyemezsin. Bu tamamen yanıltıcı bir oyun.
M. K.: Evet, bizim için bu süreç zor bir karardı. Hepimiz gerçekten travmatik bir durumdaydık. Ama bir yandan da o yaz, artık bu durumu kabullenme sürecine girmiştik. Bu, bir yas süreci gibiydi. Birini kaybedersin ve onunla yüzleşmek zorunda kalırsın. Binlerce insanın kaybı, okulların, evlerin, yürüdüğün sokakların yok olması... Bu, kocaman bir yas süreciydi.
O dönemde kendimizi unutup sürekli bir şeyler yapmaya devam ettik. Ailemin ihtiyaçlarıyla ilgilendim, sonra projeye yoğunlaştım. Ama sonunda fark ettim ki, aslında benim de yüzleşmem gereken, dönüştürmem gereken duygular varmış.
Sizce kendi yasınızdan mı kaçıyordunuz?
M. K.: Bu tamamen bizim için reflektif bir koşuşturma gibi oldu çünkü bu bir acil durum gibiydi; doğru kelime aklıma gelmiyor ama içgüdüsel bir şeydi. Evet, sorunlar bitmiyor; bazı şeyleri yapmak zorunda kalıyorsun ve bu bir zorunluluk gibi. Bir noktadan sonra bu durum psikolojik olarak kaçma dürtüsü de olabilir ama tek başına bu değil; hem zorunluluklar var hem de kişisel yasını tutacak vaktin olmuyor. Ancak durduğum anlarda, bekleme süreçlerinde o yas sürecini yaşadım. Sürekli olarak bir yıl boyunca üç şehir arasında hareket halindeydim: Antalya, Adana ve Antakya. Ailemi Antalya’ya taşıdım, bu üç şehir arasında bir rotadaydım. Bunun dışında gitmem gereken diğer yerlere de gittim ama bu üç şehir sürekli bir döngüydü. Yazı bu şekilde yaşadık. Ayrıca, ekip olarak sürekli online toplantılara katıldık. Bu, bir grup terapisine dönüştü. Projeyi yazarken birlikte ağladığımız anlar oldu. Fikirleri üretirken duygularımızı da yansıttık. Bu yüzden, misafir sanatçılarımızı Antakya’yla bir bağları olan kişiler arasından seçmeye çalıştık. Antakya’yı hiç görmemiş birinin bizi anlamayacağı hissi vardı. O bağları olan insanlarla görüştük, Murat Hoca’yla da öyle bağ kurduk. Her çalışma bir şekilde bir şeyleri dönüştürdü.
Sergi Türkiye’ye taşınacak mı?
M. K.: Evet. Antakya’da kesinlikle bir sergi olacak. Galerie KUB’ün sergi tarihleri Eylül olduğu için, bu sergiyi hızlı bir şekilde hazırladık. 26 Ağustos’ta atölye çalışmamız sona erdi ve hemen ardından sergiye başladık. Sergi daha sonra İstanbul ve Antakya’da olacak. İstanbul için serginin DEPO’da olma ihtimali var, ancak bu henüz kesinleşmiş değil. Ekim ayında Antakya’daki sergi yapılacak, sonrasında İstanbul’da da sergi düzenlenebilir. Bu konu Ekim ayında netleşecek.