Sovyet Ermenistanı’nda din ve kilise ilişkileri üzerine çalışan araştırmacı Jakub Osiecki, bu alanda kapsamlı bir kitap yayımladı. Hazırlık sürecinde Ermenice öğrenip Yerevan ve Tiflis arşivlerini taradı, Sovyetleşme sürecine tanıklık etmiş kişilerle görüştü. Kimi zaman belgeler ve tanıklıklar arasındaki çelişkiler, Sovyetler’in Ermeni Kilisesi üzerindeki baskısını anlamayı daha da zorlaştırdı. Osiecki ile kitabı yazım sürecini, kilisenin kurumsal varlığını sürdürme mücadelesini ve bu baskının Sovyet sonrası Ermenistan’daki kalıcı etkilerini konuştuk.
Sovyetleşme süreciyle birlikte Ermenistan’da din, yalnızca ideolojik bir mesele değil, kimlik ve hayatta kalma meselesine dönüştü. Kilisenin devletle girdiği diyalog, zamanla kendi etkisizleşmesinin yolunu açarken, halk da hem ekonomik hem politik baskılar karşısında inancını gündelik hayatın kenarına çekmek zorunda kaldı. Sovyet Ermenistanı’nda kilisenin ve dinin dönüşümünü mercek altına alan Jakub Osiecki, arşiv belgeleri, tanıklıklar ve bireysel hafızalar üzerinden bugün hâlâ etkileri süren bir toplumsal travmanın izini sürüyor.
Jakub Osiecki’nin “Sovyet Ermenistanı’nda Ermeni Kilisesi” başlıklı çalışması, 20. yüzyılın ilk yarısında Ermeni Kilisesi ile Sovyet iktidarı arasındaki güç mücadelesini arşiv belgeleri, propaganda metinleri ve sözlü tarih kaynaklarıyla aydınlatıyor. Osiecki, bu süreçte diasporadaki Ermenilerin nasıl bölündüğünü, inanç ile ideoloji arasında sıkışan bir kurumun hayatta kalma mücadelesini ve 100 yıl sonra dahi bu kırılmaların Ermeni toplumunda nasıl canlı kaldığını gözler önüne seriyor. Kraków’daki Jagiellonian Üniversitesi’nde akademik çalışmalarını sürdüren Osiecki, bu kitabıyla yalnızca tarihçilerin değil, Ermeni kimliği ve modernite ilişkisini anlamak isteyen herkesin başvuracağı önemli bir kaynak sunuyor.
Osiecki ile kitabı yazım sürecini, kilisenin kurumsal varlığını sürdürme mücadelesini ve bu baskının Sovyet sonrası Ermenistan’daki kalıcı etkilerini konuştuk.
"Sovyet Ermenistanı’nda Ermeni Kilisesi” adlı kitabınız, 20. yüzyılın ilk yarısında Ermeni Kilisesi ile Sovyet iktidarı arasındaki güç mücadelesini arşiv belgeleri, propaganda metinleri ve sözlü tarih kaynaklarıyla aydınlatıyor. Bildiğim kadarıyla bu süreçte Ermenice öğrendiniz.Yazım süreci nasıldı?
Konuyu hakkıyla ele alabilmek için farklı kaynaklardan yararlanmam gerektiğini baştan beri biliyordum. Bu yüzden ilk olarak Ermenice öğrenmek zorunda kaldım. Bir diğer amacım da Sovyetleşme sürecine tanıklık etmiş kişilerle röportajlar yapmaktı. Bu yüzden Ermeniceyi, tüm lehçeleri ile olmasa da en azından sokakta insanları anlayıp rahatça konuşabilecek seviyede öğrenmem gerekti.
Kaynakları nasıl kullanmaya karar verdiniz, nasıl doğrulama yaptınız?
Toplumun bakış açısı, devletin resmi politikası, Ermenistan’daki Bolşeviklerin ve gizli polisin gayri resmî faaliyetleri gibi farklı katmanlardan bahsediyoruz. Biraz klişe gelebilir ama bence “gerçek” tam da bu katmanların ortasında bir yerdeydi. Bu kitabı yazdıktan sonra şunu net biçimde anladım: Bu araştırma burada bitmiyor. Eminim farklı belgeler, yeni kaynaklar ortaya çıkacak ve daha fazla bilgi edinebileceğiz. Özellikle de hâlâ araştırmacılara kapalı olan KGB arşivleri çok önemli. Açıkçası, Sovyetler Birliği 35 yıl önce yıkıldı ama bu arşivlerin hâlâ kapalı olması bana çok garip geliyor. Neyi korumaya çalışıyorlar, neden saklıyorlar, bilmiyorum.
Siz hangi kaynaklardan yararlandınız?
Şu anda elimizde kilise kaynakları, devletin yayımladığı resmî belgeler, gazetelerde çıkan haberler, parlamento oturumlarında yapılan konuşmalar, birinci sekreterin demeçleri gibi bilgiler var. Ama Sovyet devletinin gayri resmî politikası, yani KGB’nin yürüttüğü faaliyetler hakkında çok az şey biliyoruz. Oysa dine karşı verilen mücadelenin büyük kısmı KGB’nin baskılarıyla yürütülüyordu. Bu yüzden kitabımın tüm resmi yansıttığını iddia edemem. Bu alan hâlâ eksik. Kişisel ilişkilerim ve bağlantılarım sayesinde KGB arşivlerinden bazı belgelere ulaşabildim ama tüm koleksiyonla çalışmam mümkün olmadı.
Ermeni Kilisesi yüzyıllardır Ermeni kimliğinin temel taşlarından biri. Sovyet rejimi bu etkiyi ortadan kaldırmak için nasıl bir yol izledi?
Sovyetler Birliği'nin ilk dönemlerinde, Ermeni Kilisesi, devleti adeta yok saymaya çalıştı. İlk strateji “Bekle ve gör” politikasıydı. Yani kilise, Ermenistan’daki siyasi durumun değişeceğini ve Bolşeviklerin kısa süreliğine Yerevan’da bulunduğunu varsayıyordu. Özellikle dönemin Katolikosu V. Kevork, Bolşeviklerin gelip geçici olduklarına, birkaç yıl içinde belki bir yeniden devrimle Taşnaksutyun’un Yerevan’a dönüp yeniden iktidarı alacağına inanıyordu. Ancak 5 yıl sonra bu tutumun kiliseye hiçbir fayda sağlamadığını fark ettiler. Çünkü Bolşevikler kiliseleri kapatıyor, din adamlarını ve halkı baskı altına alıyor, insanların serbestçe ayinlere katılmalarını engelliyordu. Bu noktada kilise, Sovyetler’le diyalog kurmaya karar verdi. Bu süreçte kilisenin Sovyetler’le ilişkilerini yürüten en önemli isim Horen Muradbekyan oldu. O dönemde Katolikos V. Kevork’un sağ kolu olarak görev yaptı ve ileride de Tüm Ermenilerin Katolikosu oldu. Kilise, ulusal bir kurum olarak konumunu korumaya çalıştı. Sovyet Ermenistanı’nda varlığını sürdürebilen yegâne Ermeni örgütü olmaya gayret etti. Fakat Sovyetler bu diyaloğu kiliseye karşı bir araç olarak kullandı. Kilise ile girilen bu temaslar Sovyetler’in çeşitli entrikalarla ve oyunlarla kilisenin etkisini zayıflatmasına hizmet etti.
Sovyetler’in eğitim politikalarıyla halktan kopan Ermeni Kilisesi, Sovyetler’le iş birliği yaparak aslında kendi yıkımına mı yol açtı?
Başlarda kilise sadece kendi kurumsal varlığını korumaya çalışırken Sovyetler resmi eğitim sistemini kurup kilise okullarının yerini laik devlet okullarıyla doldurdu. Bu da halkın, özellikle gençlerin, kilise ile bağının kopmasına yol açtı. Kilise, toplumla arasındaki bu bağı kaybettiğini fark ettiğinde ise artık çok geç kalmıştı. Kilise, Sovyet Ermenistanı hükümetinden maddi destek talep etmeye de karar verdi. Çünkü Ermeni Kilisesi gibi büyük bir kurumu herhangi bir mali kaynak olmadan yürütmeleri imkânsız hale gelmişti. Daha önce din adamları ve halk tarafından sağlanan maddi kaynaklar kesilmişti. Tüm bunlar kiliseyi Sovyetler’le diyalog arayışına itti. Ancak bu diyalog süreci, aslında kilisenin yıkımının da başlangıcı oldu.
Bolşevikler, Sovyet rejiminin ajanları ve gizli temsilcileri olarak bazı kişileri kilise içine yerleştirmeye başladı. Gayriresmî olarak da bazı rahipleri ve başpiskoposları Eçmiadzin'de desteklediler. 20. yüzyılın 1920'lerinin sonlarına gelindiğinde, kiliseyi kimin yönettiğini ayırt etmek oldukça zorlaştı. Bir yanda Katolikos V. Kevork, diğer yanda Horen Muradbekyan, ayrıca kilise içinde Sovyet yanlısı olan ve Sovyetlere karşı duran farklı gruplar vardı. Sonuçta, Ermeni kimliğini temsil eden tek kurum olan Ermeni Kilisesi, Sovyet Ermenistanı'nda zayıf ve etkisiz bir kuruma dönüştü.
Halkın tavrı nasıldı?
Bence halkın büyük çoğunluğu gerçekten korkuyordu. O dönemde oldukça cesur ve dini korumaya çalışan bazı rahipler vardı. Fakat Sovyetlerin uyguladığı baskı dalgası ve sahip oldukları propaganda araçları toplum üzerinde çok büyük bir etki yarattı. Ne yazık ki halkın çoğunluğu bu resmi kaynaklardan gelen bilgilere inandı. İnsanlar özgürce ayinlere katılamıyorlardı. Rahiplerle doğrudan iletişim kuramıyorlardı. Bu da halk ile kilise arasındaki bağın tamamen kopmasına yol açtı.
"1930’ların sonunda, Sovyet Ermenistanı’nda açık olan tek bir kilise bile kalmamıştı"
Ermeni Kilisesi'ni korumaya çalışan herhangi bir sıradan insan, halktan biri var mıydı?
Evet, vardı. Dini işlerden sorumlu olan birim, örneğin Nor Bayazid köyündeki ya da Cavaheti bölgesindeki bir kiliseyi kapatıp yerine bir sinema kulübü ya da kütüphane açmaya karar verdiğinde… Böyle durumlarda zaman zaman köylüler—özellikle de kadınlar—kilisenin etrafında toplanarak bu girişimlere karşı koydular. Bu direnişler çok sık yaşanmasa da birkaç kez etkili oldu.
Polis köye geldiğinde 100-200 kişinin kiliseyi savunduğunu görüp Yerevan’a dönmek zorunda kaldı. Ama genellikle bu geçici bir başarıydı. Bir ay, altı ay sonra yeniden gelip kiliseyi kapatmaya çalıştılar. Bu sefer daha sert yöntemler kullandılar, bazen insanları gözaltına alarak kiliseleri kapattılar. Ve bu örnekler diğer köyler üzerinde de etkiler yarattı. Bir sonraki girişimdi artık kimse direnmiyordu. Çünkü diğer köyde polisin 5-10 kişiyi tutukladığını biliyorlardı. Dolayısıyla insanlar “Belki de kilise bizim için o kadar da önemli değil” diye düşünmeye başladı.
O dönemde Ermenistan’daki ekonomik durumun da çok kötü olduğunu anlamak gerekiyor. Hayatları çok zordu. Dolayısıyla sıradan halkın kitlesel olarak kiliseyi savunmamasına şaşırmıyorum. Çünkü bu, sadece inanç meselesi değil, aynı zamanda hayatta kalma meselesiydi.
Sovyet sonrası Ermenistan’da kalıcı travmalar oldu mu?
Bence bu durum hâlâ Ermeni toplumu üzerinde etkili. Ben Sovyetleşme öncesi dönemde, hatta Osmanlı'daki Ermeni Soykırımı öncesindeki Ermeni Kilisesi’ne dair belgeler üzerine çalıştım. Ve şunu gördüm: Ermeniler hiçbir zaman “aşırı dindar” bir toplum olmadılar. Ermeni Kilisesi’nde ibadet etmek zorunlu değildi. Halk yılda birkaç kez ayine katılırdı. Ama din, günlük yaşamda önemli bir unsurdu. Yani sürekli bir ibadet pratiği yoktu ama din, gündelik hayatın içinde bir şekilde yer alıyordu. Dua olarak, bazen şarkılar aracılığıyla, bazen sadece hatırlayarak… Görüştüğüm insanlar bana anlatmıştı: Sabah kalkınca ya da kahvaltıdan önce dua ediyorlardı. Bu tür ritüeller vardı. Ama Sovyetler geldikten sonra bu durum bir tabu haline geldi. Dindar olmak, kiliseye üye olmak, inancını yaşamak adeta yasaklı bir kimlik haline dönüştü. Beni en çok şaşırtan şey, Sovyetler’in bu toplumsal manzarayı çok kısa bir sürede değiştirebilmiş olmaları. 1930’ların sonuna gelindiğinde, Sovyet Ermenistanı’nda açık olan tek bir kilise bile kalmamıştı.
Düşünün ki 55-60 yıl boyunca dinle hiçbir bağlantınız olmuyor. Bu neredeyse iki kuşak demek. Evet, Eçmiadzin’de ya da uzak köylerde hâlâ birkaç papaz vardı, insanlar bir yerlerde kilise olduğunu biliyordu. Ama toplumla kilise arasında gerçek bir bağ kalmamıştı. Bu yüzden dinin bireyin ruhundaki yerini 60 yıl içinde tamamen silmek gerçekten mümkün. Ve bu süre zarfında yitirilen dini kimliği, kilise desteğiyle yeniden inşa etmek, Ermeni kimliğini din temelinde tekrar yapılandırmak son derece zor hale geldi. 60 yıl sonra bu bağı yeniden kurmak gerçekten çok zor bir şey.
Soykırımdan kaçarak geldiğiniz Türkiye’ye geri dönmek istemek…
1915’ten sonra, Sovyet Ermenistan’daki Ermeni Kilisesi trajik bir paradoksla karşı karşıya kaldı. Bir yanda yüzlerce kutsal mekân, sınırın öte yanında gaddarca yok edilmişti; öte yanda ise Bolşevikler, Ermenistan’daki kilise otoritesini adım adım tasfiye ediyordu. Tablo nasıldı?
Soykırımdan sonra Sovyet Ermenistanı’na gelen Ermeniler konusunda çok az bilgi var. Elimizde yalnızca birkaç belge bulunuyor. Kartashevsky adlı Sovyet kurumu bu konuda bazı belgeler hazırlamış. Özellikle Türkiye’den Sovyet Ermenistanı’na gelen Ermenilerle ilgili 1920’lerde yapılmış bir envanter var. Ben de bu bilgileri vergi dairelerinin belgelerinden bulabildim çünkü resmi evraklarda doğum yerinin yazılması gerekiyordu.
Bu şekilde, Sovyet makamları birçok vatandaşın Sovyetler dışında doğduğunu fark etti. Bu kişiler Türkiye’den gelmişlerdi. Bu yüzden şu soruyu sordular: ‘Bu insanlar normal vergi mi ödeyecek? Sovyet vatandaşı mı sayılacak? Onlarla ne yapılmalı?’ Fakat bu Türkiye’den gelen Ermenilerin akıbeti hakkında kesin bir bilgi yok. Bazıları Türkiye’ye geri dönmek istiyordu çünkü Sovyetler Birliği’nin ekonomik durumu çok kötüydü. Ekmek yoktu, iş yoktu, toprak yoktu. Bu yüzden insanlar resmi makamlara başvurup Türkiye’ye dönmek istediklerini söylediler. Bu kulağa çılgınca geliyor, değil mi? Soykırımdan kaçarak geldiğiniz Türkiye’ye geri dönmek istemek… Ama Sovyetler’de açlıkla boğuşuyorlardı.
Kişisel bir soru: Bu kitabı yazarken siz Ermeniler ve Sovyet dönemi hakkında en çok ne öğrendiniz?
Ermeni Kilisesi de Ermeni devleti de Sovyetleşme ile yüzleşmek istemiyor. Yerevan’daki ana caddede hâlâ Aleksandr Miasnikyan’ın heykelinin duruyor olması beni şaşırttı. O kişi Ermenileri Sibirya’ya sürgün edenlerden biriydi. Ben Katolikosluk Makamı’na Sovyet dönemi belgelerini görmek için birkaç kez başvurdum. Ama ilgilenmediler. Belki Sovyetleşme süreci, 1920’ler ve 1930’larda neler yaşandığı hakkında bir konferans veririm diye düşündüm. Ama ilgi göstermediler.
Ararat Dağı’na çıktığınız duydum. Doğru mu?
Neredeyse. Ama zirveye ulaşamadık. Hava çok kötüydü, rüzgâr çok sertti. Zirveye 200 metre kala geri dönmek zorunda kaldık. Ama pişman değilim, tekrar deneyeceğim. Bu hayali 20 yıldır kuruyordum. Yerevan Üniversitesi’nde öğrenciyken doktora araştırmaları yaparken hep Ararat’a bakıp zirveye çıkmayı düşledim. Bu kez olmadı, ama bir dahaki sefere olacak.