Hediye Evdoksia

'Savaşta en çok kadınlar ve çocuklar zarar görür…' Doğrudur ama “nasıl?” diye hiç düşündünüz mü? Çevremizi saran savaşların ateşlendiği bugünlerde, İsmail Keskin, Hediye Evdoksia romanından, 9 yaşındaki Evdoksia’nın savaşın tam ortasında kaldığı bölümü paylaşıyor. Gerçek bir hikâyeden misal verip, savaşa olan cesaretinizi kırmak için...

İsmail Keskin
ismail.keskin@gmail.com

Artık Taraklı yolunda ilerliyorlardı. Yol üzerinde küçük bir köy daha olmalıydı. Ondan sonra Taraklı görünecekti. Gecenin sabahla arasındaki mesafe yarılandığında o küçük köyün başucuna vardılar. Diğer evlerden ayrı büyükçe bir çiftlik evi, yıkık dökük darabalarının arasında her yeri kaplayan dikenli çalılar ve koca bir köyün ekmeğini bir seferde çıkartacak kadar büyük desdeğirmi bir ocak önlerindeydi. Köye bir parça daha yaklaştıklarında, köyden gelen canhıraş sesler kurtulduklarına şükretmeye vakit bırakmaksızın, daha gün ağarmadığı halde kadınları kaçamayacakları bir kâbusla çevreledi. Artık geri dönecek bir yer yoktu. Atina, Kazkıran Geçidi’nde kendisini bilinmez bir köye sürüp oradan da cehennemin içine düşüren Aya Grafi’nin öğüdüne ilk kez açıktan açığa isyan etti. İsyan cesaretle, ahmakça bir cesaretle kardeştir ya, içinde bu isyandan doğan büyük boşluk yerini cesarete bıraktı. “Hadi” dedi. “Geri dönüp kaçmaya çalışırsak çete köyden ayrıldığında bizi doğan güneşle elbet açıklıkta avlar.” Yaşlı kadın “Ne yapacayık” dedi, durdu. Cevap beklemeden konuşmaya devam etti. “Şu koca ocağın içine saklanıp yanındaki karaçalılarla ağzını kapatalım. Çete gidene kadar bekler, gittiklerinde çıkar şuracıktaki Taraklı’ya varırız.” Atina kocakarıya uymaktan korkuyordu ama kadının söylediği yol kafasına yatınca ses etmedi, dediğine uydu.

Video:

Yıkık darabalardan usulca geçip koca ekmek ocağına vardıklarında, Atina yaşlı kadına “Önce sen gir” dedi. Yaşlı kadın duymazlıktan gelip zaten çoktan ölmüş gibi duran kıvırcık saçlı kızı ocağın içine soktu. Kız ifadesiz bir şekilde başını öne eğdiğinde, yaşlı kadın İrini’nin annesini de aynı şekilde ocağa yerleştirdi. İrini’nin annesi ikinciye yaşadığı bu kâbusla titremeye başlamıştı. Yaşlı kadın Atina’ya, “Sen çocuklarınla gir, ben de çalıları yığayım” dedi. Atina önce Evdoksia’yı gitgide daralan ocağa yerleştirdi, Haris’i onun yanına yatırıp sonra da kendi girdi. Yaşlı kadın ocak için hazırlanmış kara çalıları ocağın başına yığdıktan sonra ağır bedeniyle zar zor ocağın içine girebildi. Ocağın önünü, önceden yakınına yığdığı çalılarla beklenmedik bir çeviklikle kapattı.

Ocağın zemini ılık bir külle kaplıydı. İçinde nefes alıp veren altı canın sıcaklığının içerisini cehennemden beter bir sıcağa bulaması yetmezmiş gibi; ara ara alevlerle ışıldayan köyden gelen çığlıklar, tüfek sesleri Aya Grafi’dekini aratmayacak bir cehennem yaratıyordu. Çakır gözlü yaşlı kadın, ocağın en sol köşesine büzülmüştü. Onun yanında Evdoksia korkusundan bağlanan diliyle titriyordu. Atina, Evdoksia’yla İrini’nin annesinin ortasında kalmıştı. Ruhunu kaybeden kızcağız ocağın en sağında nefes alıp veren bir ölü gibi sessiz duruyordu. İrini’nin annesi köyden gelen her çığlıkta artan bir sarsıntıyla titriyordu. Titremelerin şiddetinin iyice arttığı bir aralık, Atina sağ baldırında sıcak bir ıslaklık hissetti. Çok geçmeden, nefeslerin ısıtıp havasını tükettiği ocak, ağır bir sidik kokusuna bulandı. İrini’nin annesi hummalı gibi titremeye devam ediyordu. Atina’nın tüm duaları zihninden geçiyordu, fakat kendisini bu cehenneme süren kabul edilmiş ve edilmemiş onca duadan sonra yeni bir duaya cesareti yoktu.

Haris’in o kanlı canlı yanakları, yollarda bin bir eziyetle geçen iki günden sonra solmuş, morarmaya başlamıştı. Bebecik, onca sarsıntının verdiği sersemlikle belli belirsiz bir uykuda hiç ses çıkarmaksızın uyuyordu. Kesilmeden devam eden çığlıkların, yakarışların arasında ocakta çaresizliklerine sığınmışlar için zaman durmuştu ve ilerlemiyordu. Yanı başlarında kimin kimi kestiğinden habersizdiler. Gâvur Ali’nin çetesi mi? Rum çetesi mi? Başka bir çete mi? Sadece çığlıklar, arada bir patlayan tüfek sesleri, nece olduğu anlaşılmayan feryatlar. Ocağın bulunduğu çiftlikte yaşayan var mı, yok mu onu bile bilmiyorlardı.

Sesler artmaya, tüfek sesleri yakınlaşmaya başladığında onca zamandır sessiz soluksuz uyuyan Haris mızıldanmaya başladı. Susturmaya çalıştıkça mızıltı artıyordu. Atina dualardan vazgeçmişti ama başka dayanağı yoktu. O yüzden tekrar duaya başladı ama Haris susmuyordu. Üstelik artık mızıldamayı bırakmış, avaz avaza ağlamaya başlamıştı. Ocağın küçük bir kubbeyi andıran değirmi tavanı ağlama sesini bin bir yankıyla sarıp yükselttikçe, çakır gözlü yaşlı kadın homurdanmaya başladı. Çetecilerin sesleri de belli belirsiz duyuluyordu.

Atina’nın en hazırlıksız anında, yaşlı kadının ağzından cehennem ateşlerinden daha yakıcı olan o sözler dökülüverdi:

“Çocuğunu sustur.” Atina, “Susmuyor” dedi.

“Sustur.”

Atina Haris’i pışpışladıkça çocuk, etinden et koparılıyormuşçasına çığlık çığlığa bağırıyordu. Bebeceğiz bir ara çığlıklarından katılır gibi oldu, sustu. Köyden gelen sesler de azalmıştı. Atina bir an cehennemden kurtuluyor muyuz diye düşündü. Tüfek sesleri azalmıştı. Tam bu sessizlikte Haris tekrar çığlık çığlığa ağlamaya başladı. Sessizlikteki çığlıkları daha yakıcıydı. Çakır gözlü yaşlı kadın, şeytandan ödünç aldığı ve telaffuzundan herkesin korktuğu o cümleyi söyleyiverdi:
“Bizi de öldürteceksin sustur o çocuğu!”

Atina, ruhunda kalan son parçayla cevap verdi: “Susmuyor.”

Çakır gözlü yaşlı kadın “Boğ o zaman” dedi. “Boğ, bizi de öldüreceksin. Boğamazsan bana ver ben boğarım. Kurtulacak diğer kızını düşün. Hepimiz ölsek daha mı iyi? Boğ.”

Atina’nın ruhu, bedenini içi boş bir kütük gibi bırakacak kadar azalmıştı. Başı uğulduyordu. İçinden kendi torununu boğmuş yaşlı şeytanı öldürmek geldi. Menkıbeler, dualar tekrar zihnini sarmıştı. Şeytan bir an bile ara vermeksizin kalbini sarıp sıkıştırıyor, vesvese ile dolduruyordu. Zihnini yitirmemek için son bir kez dua etti, gözlerini kapattı, yanı başında gözüne görünen meleğe sordu: “ Ne yapmalıyım?” Cevap yine sessizlikle kalbine doldu: “Kızını kurtar.”

Çakır gözlü yaşlı kadın ara vermeksizin sessizce konuşmaya devam ediyordu. Haris’in moraran yanakları ağlamaktan tekrar kıpkızıl kesilmişti. “Hadi kızım bak yerimizi belli edecek. Bizi bulurlarsa oğlunu zaten öldürecekler, köydeki erkek çocuklarını hep kestiler. Of kızım bizi kurtar. Ölmekten beter ederler. Sofia’mı, Sofula’mı ne ettiler, bak yanında yatıyor. Hadi kızım. Oğlanın ağzına bir parça çaput koyuver, susar.”

Çakır gözlü yaşlı kadın bir şeytandan bile daha tesirli konuşuyordu. Atina, zihnini tekrar kaybetmişti. Gözlerini kapattığında gördüğü melek de, yaşlı kadın kadar açık olmasa da aynı şeyi söylüyordu. Haris’i öldürmek bir anda kızını kurtarmakla eş anlama gelmişti. Evdoksia’yı Haris’ten daha çok mu seviyordu? Bunu kendine hiç sormadı ama seçim şansı yoktu. Ya Haris’i kurban edip kızını kurtaracaktı, ya da kendisiyle beraber her şeyi kaybedecekti. İkinci seçeneği de düşündü. Bu şekilde, yani zalimlerin elinden gelecek bir ölümle, kendisini ve çocuklarını aziz mertebesine yükseltebilirdi. Belki de kim bilir, çocukluğundan beri dinlediği menkıbelerden birine dönüşecekti. Böylece çok istediği cennetin kapılarını Aziz Petros onlar için sonuna kadar açacak, belki de bir mucize yükselip kendilerini kurtaracaktı.

“Madem öyle, melek neden kızını kurtar dedi?” diye kendi kendine sordu. Artık kafası bir soru daha kaldıramayacak noktaya gelmişti. Mucize inançtan doğar, Atina’nın içinde şüpheden başka hiçbir şey tutunamıyordu.

Atina, şüphelerin arasında, mucizelerden umudu kesmişti. Yaşlı kadının söyledikleri aklından çıkmıyordu. Gönlünün menzili Evdoksia’ya kaymıştı. Hiç olmazsa bir ferim kalsın deyip, Haris’i boğmaya karar verdi. Bunu burada, Evdoksia’nın gözleri önünde yapamazdı. Evdoksia, kocakarının sözlerinden dolayı Atina’ya, onu dinlememesi için yalvarmaya başlamıştı bile. Atina, ruhunu yitirmeden önce, ağlamaya devam eden Haris’e son bir kez baktı, öptü, kokladı. Boğazı düğümleniyordu, ağlayamadı. Kendini kaybetmişti. Şuuru artık yerinde değildi. Ocağın ağzına doğru süründü. İrini’nin annesi olacağı anlamış gibi Atina’nın koluna yapıştı. Atina çekip elini kurtardı, çalıları iteleyip Haris’le birlikte ocaktan çıktı, darabaların ardındaki yeşil çalılıkta kayboldu. Çığlıklar bir süre devam etti, sonra kesildi. Evdoksia kendini kaybetmişti.
Bir masumun kanı içine aktı. Cehennem dünyaya inmişti...

Hikâyenin başı ve geride kalanı elbette Hediye Evdoksia romanında… Fakat savaşın aileleri nasıl paramparça ettiğine bir örnek vermek üzere, yazarın kişisel arşivinden anneannesi Hediye Evdoksia’ya ait bir fotoğrafı paylaşmak istedik. Kesip yapıştırılmış bu fotoğraf ilkel bir photoshop ürünü gibi görülebilir, fakat hikâyesi biraz daha karışık. Evdoksia kaçamayıp evlatlık alınınca oluyor Hediye. Fakat Yunanistan’a kaçmayı başaran anne babasıyla bağını kopartmıyor, sürekli mektuplaşıyorlar. İşte bu fotoğraf da öyle. Yunanistan’daki akrabaları Hediye’den fotoğraf istiyorlar, o da çekip gönderiyor. Savaşın ayırıp, sınırların bir araya gelmelerine izin vermediği bir aile, ancak böylece küçük bir kesip yapıştırmayla aynı çerçeveye girip birleşebiliyor.

 

 

 

Kategoriler

Şapgir

Etiketler

Hediye Evdoksiya