Seyirciyi kendine âşık eden film: Frances Ha

Engin Mert, Noam Baumbach’ın iliklerine kadar New York ve gençlik hayalleri işlediği filmi Frances Ha’ya olan aşkını anlattı.

ENGİN MERT
engnmert@gmail.com

Kaygan bir zaman ve mekânda var olmaya ya da daha doğrusu kendisi gibi kalarak, romantik ve naif bir şekilde var olmaya çalışan bir kadının hikâyesi Frances Ha.

Hikâye, Frances’in 20’li yaşlarını bitirmek üzere olduğu, kendisinden büyümesinin beklendiği, arkadaşlarının değişip büyüdüğü ve modern dansçı olarak artık yaşlı görüldüğü bir zamanda ve New York gibi belki de modern sanatın merkezi diyebileceğimiz oldukça pahalı bir şehirde geçiyor.

Film, Frances ve kendisinin siyah saçlısı ve biricik aşkı olarak tanımladığı Sophie’siyle başlıyor. Arkadaş grupları da, onları artık sevişmeyen ve heteroseksüel, evli, lezbiyen bir çift olarak tanımlıyor. Ve film de basitçe söylemek gerekirse bundan sonra, Frances’in kaldığı diğer evleri ve ev arkadaşlarıyla arasında geçen olaylarla devam ediyor.

Ancak filmin her daim sabit kalan 3 öğesi var; Frances, Sophie ve New York. Ara ara New York ve Sophie, başka karakterlere bıraksalar da sahneyi, onlar Frances’in her daim sevgilisi. Belki de danstan bile daha fazla seviyor onları ki, bu iki karaktere olan aşkını Noel tatilinden sonra ailesinin yanından New York’a döndüğünde gittiği yemekte, şiirsel bir dille ifade ediyor. Orada Frances, sanki hayata ve aşklarına dair yazdığı bir şiiri okuyor ve benzer olguların hepimizin hayatında olduğunu söylüyor; bu durumu, etrafımızda olan ama algılayamadığımız başka bir boyuta benzetiyor. Evin sahibesine “Bir dakikanı alabilir miyim?” diye başladığı monoloğu, bence hikâyenin doruk noktasını oluşturuyor.

Frances, hayata dair bu monologunda biraz umutsuz bir tablo çiziyor olsa da, Noah Baumbach Frances’in hayatının bu dönemini ele alırken, belki de karakterin büyüsüne kapıldığı için -bana göre kapılmamak elde değil- durumu oldukça iyimser bir şekilde anlatıyor. Çünkü Frances, naifliğini hep koruyor ve iyimserliği ekrandan taşıyor.

Belki de bu yüzden film bittikten sonra beyaz perdeye sarılıp yatma isteği ile ayrıldım salondan, bilinmez. Çünkü Frances Ha, 20’li yaşlarının sonunda gençlik hayalleriyle arasına yaşam mücadelesi ve gerçekler girmiş birçok insanın hikâyesini anlatıyor. Bu yüzden de, görece mutlu bitmesi, belki de o hayallerle tekrar bağ kurulabilmesine ve çocuksulaşabilmeye neden oluyor; film, seyirciyi kendine adeta âşık ediyor. Sonra da akılda kalan tek bir cümle; filmin başında Frances’in Sophie’ye dediği gibi, “Hadi ikimizin hikâyesini anlat Sophie”. Ve sanki Sophie, orda üç insanın hikâyesini anlatıyor; Frances, Sophie ve tekrar gençlik hayallerini hatırlayanlar.

Ayrıca Frances Ha, en ufak ayrıntısında bile New York’u barındırıyor. Sophie’yi canlandıran Mickey Sumner’ın Sting’in kızı olması ve en azından benim Sting deyince aklıma siyah beyaz ve karlı New York sokaklarında, eli şemsiyeli dolaştığı video klibi geliyor ve sadece bu bile yüzümde gülümsemeye sebep oluyor.

Frances Ha, hayatın gerçekliğini iliklerinize kadar hissettiğiniz anda, o gerçekliği unutturmadan sizi gülümsetebilecek bir film.

Kategoriler

Şapgir