‘Ermenice yalnızca dil sorunu değil, demokrasi sorunudur’

Fransalı Ermeni bir dilbilimci ve eğitimci Gilbert Dalgalian, geçen hafta, Getronagan Ermeni Lisesi’nin davetlisi olarak İstanbul’daydı. Hayatı boyunca dünyanın farklı bölgelerinde dil eğitimi konusunda çalışan Dalgalian’la, öğrencilerin, öğretmenlerin ve de ebeveynlerin ufkunu genişletmeye aday, pratik, felsefi ve siyasi meseleler üzerine sohbet ettik..

ARARAT ŞEKERYAN
sekeryan@gmail.com

Gilbert Dalgalian, Fransalı Ermeni bir dilbilimci ve eğitimci. Geçen hafta, Getronagan Ermeni Lisesi’nin davetlisi olarak, Ermeni okullarının öğretmenlerine yönelik yapacağı iki konuşma için İstanbul’daydı. 81 yaşındaki Dalgalian, önce, Getronagan Lisesi ve Bilgi Üniversitesi SEÇBİR işbirliğinde düzenlenen “Çokdillilik Bağlamında Eğitim ve Toplumsal Adalet” sempozyumunda konuştu ve dinleyicilere erken yaşlarda birden fazla dil öğrenmenin önemini anlattı. Daha sonra ise Getronagan’da Ermeni okullarından öğretmenlerle buluştu ve çokdilli eğitim bağlamında Ermeni okullarında karşılaşılan dil öğretme sorunlarıyla ilgili kimi pratik çözüm önerileri sundu. Hayatı boyunca dünyanın farklı bölgelerinde dil eğitimi konusunda çalışan Dalgalian’la, öğrencilerin, öğretmenlerin ve de ebeveynlerin ufkunu genişletmeye aday, pratik, felsefi ve siyasi meseleler üzerine sohbet ettik.

  •  Çok dil bilen bir dilbilimcisiniz ama anne babanızın konuştuğu dil olduğu halde Ermenice bilmiyorsunuz.

Evet (gülüyor). Kasım 1933’te Paris’te doğdum. Paris’te dedemle ve ninemle büyüdüm. Onlar Ermenice bilmez, Türkçe ve Fransızca konuşurlardı. Ankaralı bir Ermeni ailesindendiler. Annem ve babam Ermenice bilir ama büyüklerine saygısızlık etmemek için evde bu dili kullanmazlardı. Öyle ki ben Fransızca-Türkçe yoğun bir ortamda büyüdüm. Ermenice bizim evde hep üçüncü sırada kaldı. Ermeniceyi bir dil olarak edinebileceğim bir ortamda büyüyemedim, ama en azından bir ‘survival kit’e sahibim: Surc, çur, hats... gibi (Kahve, su, ekmek) (gülüyor).

  •  Peki bu iki dilli ortam hayatınızı bir dilbilimci olarak kurmanızda etkili oldu mu?

Tabii ki. İki dilli oluşum hayatım boyunca farklı yabancı dilleri tek dilli bireylere göre çok daha kolay öğrenmemi sağladı. İlkgençlik yıllarımdan itibaren yabancı dillere hep farklı bir ilgi duydum ve bu sayede birkaç dil birden öğrendim. Sonunda Almancada yoğunlaşarak Almanca öğretmeni ve dilbilimci oldum. Fakat ardından dil öğrenmeyi hiç bırakmadım. Gençliğimde tanışıp hayatımı birleştirdiğim ilk eşimin dilini, Bengalceyi öğrendim. Senegal’de görev yaptığım sırada Volofça öğrendim.

  • Birçok Diaspora Ermenisi gibi sizin de kökleriniz Türkiye’ye dayanıyor.

Babam 17 yaşındayken, 1921 yılında göç etmiş İstanbul’dan Fransa’ya. Kısa süre sonra ailesini, anne ve babasını da yanına aldırmış. Babam İstanbul’da olduğu için bu şehirde bulunan sıradan halkın çoğunluğu gibi Soykırımdan kurtulmuştu. Fakat daha sonra burada yaşamaya devam etmek istemedi.

  • Peki ya anneniz?

Annem Fransa’ya 1932 yılında göç ediyor. Fakat onun durumu farklı (gülüyor).

  • Sizi güldüren ne?

Dedem anneme sürekli olarak evleneceği birilerini bulmaya çalışıyormuş (gülüyor). Annem herkesi reddetmiş. En sonunda dedem kızmış: “Sen kendini ne zannediyorsun? Neden herkesi reddediyorsun? Neden evlenmemekte ısrarcısın?” Annem cevaplamış: “Baba, ben geçenlerde Osmanlı Bankası sınavlarını kazandım, ama işe başlamak için gittiğimde bana artık Hıristiyanların işe alınmayacaklarını söylediler. Baba, ben çocuklarımı bu memlekette hayata getirmek istemiyorum. Ben başka bir serbest memlekette yaşamak istiyorum.” Sonra yurtdışındaki akrabalar aracılığıyla ‘damat avı’ başlıyor ve babam bulunuyor. Yani annem ‘daha özgür’ olabileceği bir ülkede hayat kurmak istediği için göç ediyor. Zekice davrandığını söyleyebilirim (gülüyor)...

Öz yönetime inandığım için Troçkist oldum

  • Son kitabınızın adı ‘Can Çekişen Kapitalizm’. Politik duruşunuz hakkında epey bir şey söylüyor.

Evet (gülüyor)... Ben 18 yaşımda Marksist oldum. 1951 yılıydı. Okulumda iki politik eğilim vardı. Bir yanda Fransız Komünist Partisi üyeleri, diğer yanda Troçkistler. Bir süre sonra anladım ki Parti’de bazı şeyler gerçek değil, büyük bir yalanla yaşıyorlar. Tabii ki komünistlerdi, samimi komünistler, ama o büyük yalana bağlıydılar.

  •   Büyük yalandan kastınız ne?

Stalinizm tabii ki. Stalinist dönemde SSCB’de komünizm namına ne kalmıştı? Bütün sistemin aparatchik’lerin elinde olduğunu görüyorsunuz. Ben de bu durumla ve Marksist fikriyatla tanıştığımda ortada büyük bir ihanet olduğunu gördüm ve Troçkist olmaya karar verdim.

  • Bir Troçkist olarak dünya görüşünüzü nasıl tanımlarsınız?

Benim içinde bulunduğum grup “self-management”ı (öz yönetim) kendine baş prensip edinmişti. Biz buna inanıyorduk. Bu olmadan ortaya çıkacak olan şeyin diktatörlük olacağını biliyorduk. Bu anlayışı yaşamın her alanına yayma amacını taşıyorduk; işyerlerine, sosyal kurumlara, eğitime... Çünkü, demokrasi dediğimiz şey elinizdeki gücü, oy verme, yoluyla, birilerini yetkilendirme yoluyla aktararak birilerinin güçlenmesini sağlamak olmamalı.

Öğretmen sadece ‘duygusal hegemonya’ kurmalı

  • Öz yönetim düsturunu hayatın her alanında uygulamaya koymayı hedeflediğinizi söylediniz. Bu alanlar arasında eğitimi de sayıyorsunuz...

Hayatım farklı ülkelerde yaşayarak geçti. Gittiğim yerlerde başlangıçta sadece araştırmacı olarak bulundum, dilbilim ve psikolinguizm üzerine araştırmalar yürüttüm. Senegal ve Fildişi’nda geçirdiğim sekiz yıl boyunca iki ülkenin tüm öğretmen hazırlık programlarının koordinatörlüğünü yürüttüm. Örneğin Alliance Française Paris’te altı yıl boyunca yürüttüğüm pedagoji müdürlüğü görevim esnasında altımda çalışan 170 Fransızca öğretmeni vardı. 5 binden fazla yabancı öğrenciye Fransızca eğitimi veriyorduk. Kocaman bir Renault fabrikası gibi düşünebilirsin (gülüyor). Görevimi tamamıyla öz yönetime dayalı bir anlayışla yürüttüm.

  • Neyi kastettiğinizi biraz daha açabilir misiniz?

Yani müdürleri olmama rağmen hiçbir zaman onlar üzerinde bir diktatörlük kurmaya çalışmadım. Yapılacak işleri önlerine koyar, bu işleri kimin üstlenebileceğini, nasıl yapmayı düşündüğünü sorar ve sundukları çözümü verimli bulursam onaylayıp işi teslim ederdim. Bu esnek, ucu açık bir sistem. Karşınızdakinin her zaman daha yaratıcı olmaya mecbur hissettiği bir sistem.

  • Peki bu işi sınıfta, öğrencilerle nasıl yapmalı? Hem ucundan öğretmenlik yapan biri, hem de öğrenci olarak baktığımda, öğretmenin sınıf ortamında neredeyse sonsuz bir iktidara sahip olduğunu görüyorum.

Buradaki kilit nokta öğretmen ve öğrenci arasındaki saygı ilişkisidir. Öğrenciye, gerçekten ve samimi olarak ne kadar saygı gösterdiğinizi hissettirmeniz gerek. Eğer bunu hissettirebiliyorsanız artık onlar üzerindeki hegemonyanız, farklı bir ilişkilenme biçimi alacaktır. Bahsettiğim, hislerle, duygularla alakalı bir durumdur.

  • Buna “duygusal hegemonya” mı demeli öyleyse?

Kesinlikle. Bu tamamıyla hisler/duygular üzerinden yürüyen hegemonik ilişki biçimidir. Fakat bununla da kalmaz. Bu aynı zamanda bir felsefi model sunma girişimidir. Öğrenci, öğretmen tarafından ne kadar saygıya layık görüldüğünü anladığı an bunu kendi hayatına, çevresiyle kuracağı ilişkiye de taşıyacaktır.

  • Belki de bunu kaydı durdurup söylemem gerekir ama Ermeni okulları özelinde konuşacak olursak, ben de her zaman için öğretmenlerimden saygı gördüğümü söyleyemem.

Saygı meselesini açmak gerekiyor sanırım (gülüyor). Bunları anlattığımda bazen bana, “Ne yani, öğretmen hiç kızamayacak mı?” diye soruyorlar. Hayır, öğretmen kızabilir de tabii, doğaldır. Fakat önemli olan, ne yapıyorsanız, otoriter olmayan bir üslupla ifade etmenizdir. Hem karşınızdakine saygı gösterecek ve bu yolla saygı göstermeyi öğreteceksiniz, hem de bunun karşınızdaki öğrenci tarafından bir zayıflık olarak algılanmaması gerektiği dengesini ayarlayacaksınız. Öğrencinin sizin bunu bir zayıflık sonucu değil, felsefi bir seçim sonucu uyguladığınızın farkında olması gerekir.

‘Ermeniler de Türklerin ideolojisini edindiler’

  • Soykırım ve dil ilişkisi üzerine neler söyleyebilirsiniz?

Burada yoğunlaşmamız gereken yer, 1915'le birlikte başlayan ve bugüne dek süren inkârcı politikalardır. Yüz yıla yakın bir süredir Ermeni kültürünün, tarihinin ve dilinin yok edilmeye çalışıldığı bir ülke ve onun resmi kadroları var karşımızda. Bu durumda genocidein artık

ethnocide olarak devam ettiğini söylemek gerekir. Bununla, soykırım sonrası dönemde buna maruz bırakılmış olan halkın kültürünün ve dilinin yok edilerek bu halka mensup kişilerin asimile edilmesi meselesini vurgulamış oluyoruz.

  •  Bu noktada konuşmalarınızda vurguladığınız “dil ve çevre” ilişkisine dönmek isterim. Bugün İstanbul Ermenileri arasında çocuğunun sokakta kendisiyle Ermenice konuşmasını istemeyen anne figürü vardır zihinlerde.

Burada kuşkusuz politik baskılar ön plana çıkar. Daha çok görünmez baskıları ele almak lazım. İnsanların beyinlerine nakşedilmiş fikirlerden bahsetmeliyiz. Unutmamak gerekir ki, Ermeniler de Türklerin ideolojisini edindiler. Türklerin ürettikleri fikriyatı kendi zihinlerine nakşettiler. Burada oldukça derin bir sorundan bahsediyoruz. Üzerine düşünülmesi gereken bir sorun bu.

  •  İstanbul’a en son 1965’te, akraba ziyaretine gelmişsiniz. 50 yıl sonra ilk kez İstanbul'dasınız. İstanbul Ermeni toplumuna, Ermeni ailelere son olarak ne söylemek istersiniz?

Tam elli yıl aradan sonra İstanbul'da geçirdiğim şu son dört-beş gün, zihinlere nüfuz etmiş resmi ideolojinin Ermeniler üzerindeki etkilerini görmem açısından kritik oldu. Baskının Ermeniler tarafından nasıl içselleştirildiğini, kabul edildiğini gördüm. Ermenicenin neden genç nesiller, ergenlik çağındaki çocuklar tarafından öğrenilemediğini, konuşulamadığını tartıştık. Burada kilit rol aileye düşüyor. Çünkü bu sindirilmişliği öğrenenler onlar. Onlar bunu kendi zihinlerine aldılar, fakat şimdi hem kendileri için, hem de çocukları için bundan kurtulmalılar.

Takdir ettiğim iki noktayı vurgulamak isterim. Gördüm ki, Ermenicenin veya diğer azınlık dillerinin kaybolmasıyla ilgili olarak sadece Ermeniler veya o grupların mensupları kafa yormuyor. Türk entelektüel çevreden de bu konulara ilgi gösterenler var. Bilgi Üniversitesi'nin SEÇBİR birimindeki entelektüel arkadaşları, bu gruba örnek gösterebiliriz. Ve ikinci önemli nokta, bu sorunun farkında olan ve bunun üzerine kafa yoran Ermenilerin varlığı. Bu sorunu sadece bir cemaat sorunu olarak değil, aynı zamanda bir demokrasi sorunu olarak gören Ermeni entelektüellerden bahsediyorum. Ve bunun çözülmesi, aynı zamanda ülke demokrasisinin yol alması demektir. Sanırım bu uğurda hayatını kaybeden Hrant Dink de bizimle hemfikir olurdu.

Gilbert Dalgalian kimdir?

Doktora derecesini 1979’da dilbilim alanında Nancy II Üniversitesi’nde tamamladı. Alliance Française Paris’te pedagojik direktör olarak görev aldı. UNESCO’nun Uluslararası Eğitim Programı kapsamında Fildişi Sahili’nde öğretmen eğitimleri yaptı. CIEBP (Çiftdilli ve Çokdilli Eğitim Bilgi Merkezi) ve “Çokdilli Toplumlar ve Eğitim” dergisinde de aktif olan Dalgalian 1978’den bu yana ikidilli/çokdilli eğitim uzmanı olarak çeşitli görevler üstlendi. Dalgalian’ın çokdillilik, dil eğitimi ve dil gelişimi üzerine çeşitli yayınları var.

Kategoriler

Güncel Diaspora