Habap’ın suyu acıları aldı götürdü

Karin Karakaşlı: 'Kaderde davullu zurnalı köy girişi yapmak da varmış. Hem de nasıl bir kalabalıkla. Dünyanın ve Türkiye’nin dört bir köşesinden çeşit çeşit insan, köyün sakinleriyle birlikte bir çeşmenin önünde. “Çeşmelerden bir çeşme bunca ilgiyi nasıl üzerine çeker?” derseniz, “Kerameti anlamında saklı” derim. Elazığ ilinin Kovancılar ilçesine bağlı Habab köyünde o gün şenlik vardı. ama bu şenlik kimselerin bildirdiği, bahşettiği bir bayram değil.'

Fotoğraflar: Berge Arabian

Fethiye Çetin’in anneannesi Heranuş’un doğup büyüdüğü köy olan, Elazığ’ın Kovancılar ilçesine bağlı Habap’taki (bugünkü adıyla Ekinözü)iki tarihi çeşme, Hrant Dink Vakfı tarafından, Türkiye’den ve yurtdışından gönüllülerin de katılımıyla yapılan restorasyon çalışmasıyla onarıldı. Kasım 2011’de açılışı yapılan tarihi çeşmelerde, geçen haftasonu şenlik vardı. Şenlikte, yüzlerce Ermeni, Kürt ve Türk çeşmelerin başında toplandı. Anadolu ve Ermeni ‘çok gözlü çeşmeler’ mimarisine özgün birer örnek teşkil eden Habap çeşmeleri, restorasyon sırasında yapılan kazılarda ortaya çıkarılan kuyuları ve karmaşık su kanallarıyla (‘heküke’), büyük bir kültürün izlerini günümüze taşıyor. Hazırlıkları günler önceden başlayan şenlik için Habap’a giden ziyaretçiler, köyün girişinde davul ve zurnayla karşılandı. Açılışa, Kovancılar Kaymakamı Selçuk Aslan, Belediye Başkanı Bekir Yanılmaz, İl Kültür ve Turizm Müdürü Tahsin Öztürk, Hrant Dink Vakfı Başkanı Rakel Dink, Dink Ailesi’nin avukatı Fethiye Çetin, çok sayıda gazeteci, yazar ve çevre ilçelerden gelen davetliler katıldı. İdris Can ve Kardeş Türküler’in konserlerinin ardından, köy kadınlarının hazırladığı, yöreye özgü yemekler yendi. Daha sonra, konuklar, köyü ve köyün yakınındaki manastırın kalıntılarını gezdi. Bu arada, restorasyon süreciyle ilgili bir belgesel film hazırlandı. Ziyaretçilere dağıtılan DVD kutusunda, Fethiye Çetin’in restorasyon sürecini başından sonuna dek anlattığı bir metnin yanı sıra, Habap’la ilgili tarihsel bilgilerin ve çalışmalara katılan gönüllülerin görüşlerinin de yer aldığı bir kitapçık bulunuyor.

Heranuş’un su içtiği çeşmelerde şenlik vakti

KARİN KARAKAŞLI
karikarakasli@yahoo.com

“Bu çeşmeler hakikaten çok güzelmiş” diyorum ilk. Senin için anlamlı olan bir şey zaten doğal olarak güzeldir ya, bu öyle değil. Habab’ın Aşağı ve Yukarı çeşmeleri, o üç gözlü kemerli yapılarıyla inanılmaz güzeller. Üç ağızdan akan su, ortak bir ön bölümde birleşiyor. O çeşmenin önünde biz de birleşiyoruz.

Kaderde davullu zurnalı köy girişi yapmak da varmış. Hem de nasıl bir kalabalıkla. Dünyanın ve Türkiye’nin dört bir köşesinden çeşit çeşit insan, köyün sakinleriyle birlikte bir çeşmenin önünde. “Çeşmelerden bir çeşme bunca ilgiyi nasıl üzerine çeker?” derseniz, “Kerameti anlamında saklı” derim. Anlam malum, ortaklaşılan bir bilgi ve duygu toplamıdır. Sen anlamı yüklersin; çeşme, ders kitaplarının ötelediği, bilenlerin sustuğu, ölenlerin mezarsız buhar olduğu, kalanların kahrolduğu şeyin ta kendisi olur.

Elazığ’ın Kovancılar ilçesine bağlı Habab köyünde o gün şenlik var ama bu şenlik kimselerin bildirdiği, bahşettiği bir bayram değil. Çok değil, birkaç ay önce harabe halindeki Aşağı Çeşme ve Yukarı Çeşme, olanca ihtişamları ile karşımızda. Üç gözlü çeşmelerin her birinden pırıl pırıl su akıyor. Herkes her bir gözü adak yeriymiş gibi tek tek dolaşıp, hepsinden içiyor. Sanki o zaman tamamlanırmış gibi hayat döngüsü.

Köyün adı Havav iken 500 hanesinden birinde de minik Heranuş Gadaryan yaşarmış. En son dokuz yaşındayken görmüş köyünü. Sonrasında Seher olmuş, kılıç artığı hayatını suskunluğa gömmüş. Ta ki torunu Fethiye Çetin, hakikatini bütün dünyaya anlatıncaya kadar.

İnsanların kanının aktığı, toplanıp kafileler halinde ölüme sürüldükleri zaman elbet akan sudan da bahis olunmaz. Define avcılarının delik deşik ettiği çeşmeler, yıkık kilise ve taş yığınından ibaret manastır, hep o hortlak geçmişin tekinsiz mirası olarak duruyorlar. Ama şimdi o çeşmeler onarıldı ve suları aktıysa, gökkuşağı gibi bir umut beliriyor: renkli, berrak ve kırılgan.

Eğer çeşme restorasyonu dışardan birkaç uzman yardımıyla yapılıp bitirilse, bu şenlikte kimseler buluşmazdı. Asıl maharet, o zamana kadar kendi içine kapalı, muhafazakâr hayatını sürdüreduran köyde, Heranuş’a Heranuş diye sahip çıkılması. İnsan emek verdiğine nasıl sahip çıkmaz ki... O çöplüğe dönmüş çeşmenin böylesi ışıldamasında genç yaşlı, kadın erkek nice gönüllünün emeği var. Köyün sakinleri, Ermenistan’dan, Avrupa’dan ve Türkiye’nin dört bir yerinden gelenler, ellerini taşın altına koymuş. Ancak öyle koyunca akabiliyor bazen sular.

Habab, Fethiye Çetin’in, Uluslararası Hrant Dink Vakfı adına projeyi yürüten Zeynep Taşkın’ın, başta Nihan Sağman olmak üzere bütün restorasyon ekibinin, Habablı ustaların, kalfaların ve o gün bu mucizeye ortak olmaya gelen hepimizin köyü.

Sadece çeşme değil, gönüller onarılmış bunca aydır, işin sırrı bu. Oturulan sofranın, paylaşılan azığın hatrı var. Başta mesafeli duranlar, “Acaba bunlar da mı altın aramaya geldi?” diyenler, kendi ailelerindeki Ermenileri anlatmaya başlamış. O dönüşüm ânını Habap Çeşmeleri kitapçığında şöyle anlatmış Fethiye Çetin: “Biz yokken bir gece köye yine definecilerin geldiğini, çeşmelerin yapımında çalışan gençlerin toplanıp onları çeşmelerden uzaklaştırdıklarını ve o andan itibaren çeşmelerde nöbet tuttuklarını anlattılar. Bunu öğrendiğimde sevinçten deliye döndüm. İşte ulaşmak istediğimiz amaçlardan birine ulaşmış, ‘Birlikte yapacak, birlikte koruyacağız’ diye formüle ettiğimiz şeyi başarmıştık... Bu işe başlamadan önce definecilerle birlikte çalışan, hatta kendileri de define aramaya giden gençler, şimdi, yapımına katıldıkları çeşmeleri koruyorlardı...”

Bu köye gelene kadar çok yere uğradık. Pertek, Hozat, Ergan... Kimsesizliğe terk edilmiş, tarihine küstürülmüş, kimselere yar olmamış topraklardan, acıdan ve özlemden geçtik. Kimsenin kimseyi hiçbir şeyden koruyamadığı yerlerden... Munzur Vadisi’nin yukarılarında suya baktım. Nasıl coşmuş, aynı anda her koldan birbirine çarpa çarpa akıyor, içinde sayısız köpüklü girdap. Suya konuşmak vardır ya hani, bu sular işte o sular. Yüzyıllardır acıyı alıp ötelere akıtıyorlar. Sarp dağlar kahrı emiyor. Hepsi de, şu insan denen mahluk huzur bulabilsin, artık birbirine kıymasın diye. Doğanın bahşettiği o güzelim yeşili, meyve ağaçlarının bereketini kendi eliyle zehir zıkkım etmesin diye...

Çeşme başında Rakel Kuyrik buluşmanın hikmetini anlatıyor, her biri içe işleyen sözleriyle: “Tanrı’nın sözünden bir söz söylemeden geçmek istemiyorum. Kulaklarda fısıltıyla söylenen her şey damlarda bağırılacaktır. Evet kardeşlerim, bugün o fısıldanan şeyleri bu çeşmenin damında seslendirmeye geldik. Onlar acılarını, özlemlerini, kaybettiklerini fısıldadılar birbirlerine. Artık olmayan kültürlerini, anılarını ve hiçbir zaman kullanamayacakları dillerini, dinlerini fısıldadılar. Bir daha kimse gerçek isimleriyle seslenmedi onlara. Yeniden var olmak için, yok oldular. Yaşarken öldüler. Artık söz torunlarda. Onların, yani ‘kılıç artıkları’nın ebediyen yok olmamaları için torunlara büyük sorumluluk düşüyor. Araştırmaları, konuşmaları, yazmaları gerek. Sevgili Fethiye Abla, anneannen Heranuş’un bir zamanlar gezindiği yerde, onu ve kılıçtan geçen bütün isimsizleri yâd ediyorum. Yaşanan acıları bütün Türkiye’nin anlamasını arzu ediyorum. Bir daha insan insana reva görmesin çekilenleri, acı çektirmesin kimse kimseye.”

Sonra tepelere çıktık, Surp Asdvadzadzin Kağtsrahayyats Manastırı’ndan artakalan yıkıntılara. O taşların başında sadece dua ediyor Rakel Kuyrik. İçli bir ağıt oluyor dua, havada uzuyor. Burada sözün hükmü yok, sadece ses var. Onun sesi sustuğunda koca arazinin dört bir yanına dağılmış insanlara bakıyorum. Kimi elindeki çağlayı dişliyor usulca, kimi efkârla sigara tüttürüyor, kimi taşları okşuyor. Ama herkes sanki ilahi bir emir almışçasına suskun, çıt yok. Sessizlik konuşuyor ağaçların hışırtısında.

Mihrabın karşısındaki bir tümsek üzerinde, biricik kardeşim Kumru’yla el ele duruyoruz. Kanada’da yaşayan, anne tarafından Habablı Kumru, çocukken duyduklarını anlatıyor. Aile büyüklerinin buranın zeminini nasıl süpürdüğünü, Kur’an okuyup da definecileri nasıl uzak tutmaya çalıştıklarını. Ama o dede kuşağı gidince, talan gecikmeli de olsa gelmiş. Bir an ayağımın altındaki taşlar parçalanıyor. Artık en ufak bir darbeyi kaldıramıyor gibi yorgun, küskün taşlar. Kumru elimi daha bir sıkı tutuyor, o ele sığınıyorum.

Aşağı indiğimde, kitapçıkta yer alan, Suren Papazyan’ın satırlarında içimin soruları yankılanıyor: “Manastırı zihnimde canlandırmaya çalışıyorum: Burası Araçnort’un (başrahip) odası, şurası okul; keşişler, değirmen, çeşme… 1912’nin yazında orada bir yaşam vardı. İstanbullular birleşmiş, bir yaz okulu açmıştı. Harput’taki Yeprad Koleji’nden gelen profesörler, Havav ve çevresindeki okulların öğretmenleri, okul yöneticiliği ve eğitim yöntemleri, Batı müziği üzerine dersler veriyordu. (...) Kharakhanyan adında bir ziraat uzmanı, toprağı verimli kullanma konusunda uygulamalı eğitim veriyordu. Patates bile yetiştirmeye başlamışlardı. Bugün bunların hiçbiri yok. Nerede bunlar? Diyarnıntaraç’ta yakılan ateşin üstünden atlayan, etrafında dans eden kızlar, gelinler, damatlar nerede?”

Parça parça dağılan, boşluğa akan o taşları yerine koydukça, çeşmelerde körelmiş, durmuş suları akıttıkça, yitirilmiş sözcükler de geri gelecek sanki. Neden burada olamadıklarını birlikte haykırdığımızda, zaten hepsi yeniden burada olacaklar. Havavlı Heranuş gibi geri dönecekler. Ve ancak onların ruhu geri dönebildiğinde yaşayanlara yar olacak bu topraklar. Taşı ve suyuyla helal.

GÖNÜLLÜLER KONUŞUYOR

Habap çeşmeleri DVD kitapçığından

ANOUSH SUNI  (Ann Arbor - ABD)

Habap’a gelmeden önce, köyün sakinlerinin bize nasıl bakacaklarını kestiremiyor, bizden şüphelenebileceklerini, bizi sevmeyebileceklerini düşünüyordum. Çünkü sonuçta dışarıdan gelmiş insanlarız; kim olduğumuzu, niye orada olduğumuzu bilmiyorlardı. Ama öyle olmadı. Komşularımız bize çok sıcak davranıyor, evimize her gün erzak getiriyor, bizi düğünlere davet ediyorlardı.

Çeşmelerin, kilisenin ve manastırın harap halini gördüğümde çok üzüldüm ama şaşırmadım, çünkü bu bölgedeki Ermeni yapılarının çoğu aynı durumda. Köylülerin anlattığına göre, yirmi yıl önce altın aramaya başlamış birileri burada. Çeşmelerde, kilisede, manastırda, mezarlıkta, köyün her yerinde bir sürü delik var. Nerede bir işaret görseler kazmışlar. Belki yoksuldular, umutsuzdular, altın bulup kendileri için bir umut yaratmak istediler ama bunu yaparken tarihi yerleri ve insanların kullandığı yapıları mahvetmişler. Köylüler “Yirmi sene önce çeşme iyi durumdaydı, davarlarımızı getirip su içiriyorduk” diyorlar. Anlamadığım şey, o çeşmeleri kullandıkları halde, nasıl olmuş da göz yummuşlar çeşmelerin etrafının böyle kazılmasına? Bu çok üzücü bir şey.

Çeşmelerden, manastırdan taş alanların başka köylerden olduğunu söylüyorlar ama, köydeki evlerin çoğunun duvarlarında bu yapılardan alınmış taşlar var. Zaten anlattıkça, bir süre sonra “Biz de aldık” diyorlar; “Şimdiki aklım olsa almazdım” diyenler de oluyor. Keşke o taşlar yerinde kalsaydı, biraz daha sahip çıksalardı bu yapılara. Fakat bu konudaki düşünceleri değişiyor, çünkü köyden birçok kişi restorasyonda çalışıyor. Çeşmeleri mutlaka koruyacaklardır onlar, çünkü her gün ter dökerek, kendi elleriyle yeniden inşa ettiler.

ÜNAL ERDEM (Kovancılar)

Köylülerin elbirliği ve gönüllülerin duyarlılığı sayesinde çok iyi bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Köyün çevresindeki tarihi eserler, kilise olsun, manastır olsun, çok güzeldi. Burada yaşamama rağmen bu kadar önemli tarihi değerlerin olduğunu bilmiyordum. Fethiye Abla’nın kendi köyünün değerlerine verdiği önem beni çok etkiledi. Umarım köylüler bu çalışmaları korur, dışarıdan gelenlere güzel bir dille tarihini anlatırlar.

NİHAN SAĞMAN (Mimar)

Elimizde çeşmelerin eski halini gösteren hiçbir fotoğraf yoktu. Bu yüzden köyün yaşlılarıyla konuştuk sürekli olarak. “Şurası şöyleydi, burası böyleydi” diye anlatıyorlardı, ben de elle, üç boyutlu çizimler yapıp onlara gösteriyor, “Böyle miydi eskiden?” diye soruyordum. Epey bir zaman sonra belli bir noktaya vardı çizimler. Restorasyon projesini de bunlar üzerinden hazırladık.

FETHİYE ÇETİN:

‘SUYUN SESİ ACILARI ALIP GÖTÜRDÜ’

“Buraya ilk geldiğimde sokaklarında yürürken şunu düşünüyordum: Anneannem bu sokaklarda yürüdü, bu çeşmenin basamaklarından pıtır pıtır indi, o türküsünü burada söyledi... Sonra anneannem o korkunç olayları yaşadığında burada dehşet dolu gözleriyle baktı, burada ağladı, burada insanlar haykırdı... Fakat çeşmeler yapılıp, sular akmaya başlayınca o suyun sesi sanki her şeyi alıp götürdü. Ve ondan sonra farklı bir hikâye yazmaya başladık burada, köylülerle birlikte.

‘Su kültürü, arkasında bulunan kültürün aynasıdır’ derler. Bu çeşmeler, Ermeni mimarisine özgü çok gözlü çeşmelerin bir örneği. Bu çeşmeler, arkalarındaki kültürün büyüklüğü ve gelişkinliği konusunda bize ipucu sunuyorlar. Bu kültürün pek çok örneği gibi, bu çeşmeler de kendi haline bırakılsalardı, iki yıl içerisinde yok olacaklardı. Biz bu çeşmeleri gördüğümüz andan itibaren bir hayal kurduk. Onları restore ettirmeliydik. Hrant Dink Vakfı olarak bu hayalimizi gerçekleştirmek için 2009 yılında çıktığımız yolculuğun çok önemli bir durağındayız. Bu yolculuğumuzda bize yol arkadaşlığı eden sevgili Habaplı dostlarımıza; Avrupa’dan, Ermenistan’dan, Türkiye’den gelerek restorasyon sürecinde canla başla çalışan gönüllülerimize; maddi ve manevi desteklerini esirgemeyen dostlarımıza; başta Kültür Bakanlığı olmak üzere, katkı sunan tüm kuruluşlara çok değerli destekleri için teşekkür ediyoruz.”

Kategoriler

Güncel Türkiye

Etiketler

Suren Papazyan