Diyarbakırlı Ermeniler Surp Giragos’un özleminde

Kendi kültürünü yaşatmaya çalışan Stepan Yepremyan’ın uğradığı ayrımcılıklar, Hangül Özbey’in başta Ermeni, sonra Kürt kimliği dolayısıyla maruz kaldığı işkenceler Diyarbakırlı Ermeni olmanın dramını gözler önüne seriyor.

Diyarbakır’daki Surp Giragos Kilisesi’nin restorasyonu ve ibadete açılması ile birlikte şehrin Ermeni nüfusunda bir hareketlilik başlamıştı. Yıllarca Ermeni olduklarını saklamak zorunda kalan Diyarbakırlılar bir araya gelip kültürlerini yaşama, ibadetlerini yerine getirme imkânı bulmuştu. Son zamanlarda Diyarbakır Sur’da yaşanan çatışmalar, Sur’un yıkımı ve Surp Giragos’un ulaşılmayacak halde olması yüzünden Diyarbakırlı Ermeniler, kendi deyimleriyle bir kez daha “kaplumbağa gibi kabuğa çekildi.” 

Kendi kültürünü yaşatmaya çalışan Stepan Yepremyan’ın uğradığı ayrımcılıklar, Hangül Özbey’in başta Ermeni, sonra Kürt kimliği dolayısıyla maruz kaldığı işkenceler Diyarbakırlı Ermeni olmanın dramını gözler önüne seriyor. Sözü, doğrudan dinlediğim o sesin sahiplerine bırakıyorum.

“Ailem Adıyaman Kahtalı, halen orada yaşıyorlar. Babam Ermeni annem Süryani. 7 kardeşin en küçüğü olarak Kahta’da dünyaya geldim” diyerek hikâyesine başlayan Stepan Yepremyan, “İlk ve orta öğrenimden sonra Diyarbakır’a geldim ve halen burada yaşıyorum. Makine Mühendisiyim. Ermeni olduğumu kendimi bildim bileli biliyorum. Diğer Ermeniler gibi benim de bilmeme gibi bir şansım yok zaten. Daha ilkokuldayken hatırlatılıyor kim olduğun” diyor.

‘Hep ötelendim’

Uzun yıllardır çok sevdiği Diyarbakır’da yaşayan Stepan Yepremyan, Ermeni kimliğini yaşatmasının, Ermeni olarak yaşamasının bir nevi mücadele olduğunu dile getiriyor: “Benim için insan olarak yaşamak, Ermeni ya da Hıristiyan olmaktan daha önemli, ama Ermeni ya da Hıristiyan’ım diye ötelenmek, aşağılanmak, işte o çok kritik. Benim kendi çapımda verdiğim mücadele hep bu uğurda oldu. Bunun adı neden mücadele olmuş, onu da bilmiyorum. Kendini yaşamanın adı mücadele mi olur? İnancı ya da kimliği, kullanabileceğim bir araç olarak görmedim asla, reklam etmedim ama onu görünür kıldım. Evet bunu yaptım, yapmaya da devam edeceğim. Bunu tercih ettiğim için herkes tarafından ötelendim. Yeri geldi, akrabam da Müslümanlaşan arkadaşım da utandı benden, kendinden uzaklaştırdı, hayatından çıkardı, sosyal medya hesaplarından sildi beni.”

‘Ermeniyse sevap geçmez’

Kimliğinden dolayı yaşadığı kimi dışlanmaları ‘komik’ olarak nitelendiren Stepan Yepremyan, başından geçenleri şöyle anlatıyor: “Ne kadar iç içe yaşasak da birbirimizi hâlâ tanıyamamak gibi bir sorunumuz var aslında. Adına tanımak istememek mi dersiniz, nefret mi dersiniz, bilmemezlik mi dersiniz bilemiyorum, ama bu hal bazen kötü niyetten uzak, komik durumlar da doğuruyor. Mesela geçenlerde işyerimizde çalışan bir stajyer, hafta sonu köyüne gidip döndüğünde nenesinin yaptığı yemeklerden getirmişti bana. Ona teşekkür edip nenesine de teşekkürlerimi iletmesini istediğimde “Yalnız bir sorun var abi. Size hayır geçmiyormuş. Çıkarken neneme ‘Bu yiyecekleri götüreceğim abi Ermenidir’ dedim, bana ‘Onun içinse sevap geçmez, ama gene de sen ver; Allah’a bırak, belki kabul eder’ dedi, cevabını aldım.”

Bir başka arkadaşım da bir gün bize misafirliğe gelmişti. Anneme, ‘Senin bu oğlun çok hayırsız. Bizi hiç sormuyor, hiç evimize geldiği yok. İnsan kardeşim dediği arkadaşını hiç sormaz mı, be hey zalim, be hey gâvur?’ dedi.”

Stepan Yepremyan. Fotoğraf: Berge Arabian

‘Anneme borçluyum’

“Daha ilkokuldayken gâvur lafını çok duydum” diyen Yepremyan, anılarına şöyle devam ediyor: “Oruç tutmadığım için okulda bana gâvur demişlerdi. İlk kez o akşam yemekte babama gâvur ne demek diye sormuştum. O zamandan başladım sanırım aidiyeti araştırmaya. Kim olduğunu bilmesen bile sana hatırlatıyordu herkes. Müslüman da olsan şüpheyle baktılar hep. Benim İslam’ı çok uç noktada yaşayan akrabalarım var. Onların kıldığı, kıldırdığı namaza bile saf tutmayan ve ‘Bu gâvurun kıldıracağı namazdan bir şey çıkmaz’ diyenler oldu. Kendi isteğiyle Müslüman olanlara böyle laflar edilmesi bir yana, zorla Müslümanlaştırdıkları insanlara bile gâvur demekten çekinmiyorlar. O zaman ben de insanların bana dayattığı hiçbir şeyi kabul etmemeyi öğrendim. Yani kısaca kendim oldum. Bunu aileme, en çok da anneme borçluyum. Yaşantılarını gelenek göreneklerini zor da olsa koruyabilmişlerdi ve geçmişi silmek yerine aktarmayı tercih ettiler.”

‘Ölüm olacağına hakaret yiyin’

Çevresindekilerin kendisini olduğu gibi kabul etmelerini istediğini söyleyen Yepremyan, yaşadıklarının yarattığı duyguları şöyle dile getiriyor: “Bu yaşımakadar her küfrün ya başında ya sonunda Ermeni lafı duydum. ‘Ne olacak? Ölüm olacağına hakaret yiyin’ lafıyla da karşılaştım. Üstüne bir haç görseler ‘Hiç gerek yok bunlara, hepimiz kardeşiz, sakla onu, bu ne şimdi’ diyorlar. İşte sorun da orada; saklarsam, onun hitap şekliyle yaşarsam, onun gibi konuşur, dua edersem zaten aynı olacağız. Kardeş demene gerek yok, önemli olan beni ben gibi kabul ederek kardeş demen, değil midir?”

Ermeni kültürünü şarkılarıyla yaşatan Stepan Yepremyan, Surp Giragos için de bir şarkı bestelemiş. Surp Giragos’un hayatında çok önemli bir yeri olduğunu belirten Yepremyan, kiliseye girişin halen yasak olmasından dolayı Diyarbakırlı Ermeniler arasındaki bağın koptuğunu ifade ederek, “Birbirimize ulaşamaz hale geldik” diyor. Sekiz ay boyunca Surp Giragos’un da bulunduğu Gavur Mahallesi olarak bilinen mahalleye girmediğini söyleyen Stepan Yepremyan, son günlerde mahalleye karşılaştığı manzara karşısında kalakaldığını da acıyla dile getiriyor.

Vartanuş’tan Hangül’e bir hayat

Ermeni kimliğini geç öğrenen pek çok insanın durumuna örnek oluşturan Hangül Özbey, Silvan’da 8 çocuklu bir ailede doğmuş, “Çocukken babaannemin Ermeni olduğunu bilmiyordum, kendimi Kürt olarak tanımlıyordum. Babaannem Ermeni olduğunu bize 1980’li yıllarda söyledi. Dedem Kürt. Büyükannem sonradan Müslümanlığı kabul etmek zorunda kalan Ermenilerden biri” diyerek hikâyesine başlayan Özbey, 1997’den bu yana Diyarbakır’da yaşıyor.

Kendisini özellikle Xangül olarak tanıtan Özbey, ismini babaannesinin teyzesi, Vartanuş, ikinci adı ile Hangül’den aldığını anlatıyor: “İsmimi büyükannemin teyzesinden aldım. Onun ismi Vartanuş imiş daha sonra Hangül ismi verilmiş ona. Askerler onu bulursa öldürür diye ismini değiştirip Hangül koymuşlar. Vartanuş’un eşi soykırım döneminde ağalar tarafından öldürülmüş. 7 Ermeni öldüren cennetin kapılarına kavuşur diye kandırarak, kışkırtarak Ermenilerin katledilip, mallarına mülklerine el konulduğu dönemde Vartanuş iki çocuğuyla ortada kalmış ve Hangül olmuş. Hangül çok güzel bir kadın olduğu ve çok fazla altını olduğu için herkes ona sahip olmak istemiş. Uzun süre evlilik tekliflerini reddeden Hangül, sonra bir şartla kabul edeceğini söyleyerek evleneceği kişiye çocukları ve altınlarıyla gitmek istemiş. Bu şartını da kabul eden çıkınca Murat Nehri’nin üzerindeki köprüden çocukları ve altınlarıyla atlamış. Babaannemin öbür teyzesiyse soykırımda ağlamaktan kör olmuş. Benim adımın Hangül olmasını da o istemiş. Büyükannem bana  ‘Çocuğun olursa adını Vartanuş koy’ derdi.”

‘Kim olduğumuzu araştırarak öğrendik’ 

Doğduğu Silvan’da halk tarafından Ermeni olduğu için dışlanmadığını söyleyen Hangül, “Silvan’da eskiden çok Ermeni yaşıyordu. Bunu herkes biliyor. Ermenilerden kalan kilise, halkın soykırım döneminde kurtardığı çok sayıda Ermeni var. O yüzden oranın halkı Ermenilerin varlığından haberdar. Bizim Ermeni kültürü tanıma şansımız olmadı. Sonradan Ermeni kültürünü araştırarak öğrendik ve kendimizi tanımaya başladık. Kendimizi hep Kürt olarak biliyorduk. Belki de bundan dolayı halklar arasında bağların güçlenmesini istiyoruz. Hem Ermeni hem Kürt olmak bize enternasyonalist bir bakış kazandırdı” diyor.

Hangül 90’lı yıllarda Silvan’da çok fazla şiddet gördüklerini de anlatıyor: “1990’lı yıllarda Silvan’da din maskesi adı altında örgütlenen gruplar tarafından çok şiddet gördük. Ben de lise birinci sınıftayken sopalı silahlı saldırıya uğradım ve 13 gün komada kaldım. Sonra ailem Adana’ya taşındı. Bu sefer de tamamen Kürt kimliğimden ötürü gözaltına alındım ve ağrısını bugün bile çektiğim ağır sakatlanmalara neden olan yoğun işkence gördüm. Polislerden birinin benim Ermeni olduğumu söylemesinden sonra işkencelerin daha da ağırlaştığını hatırlıyorum. Ailem ekonomik nedenlerden dolayı Antalya’ya taşındı. Orada da iş bulamama sorunuyla karşı karşıya kaldım. Aksanımdan dolayı veya mülakatta “Nerelisin?” sorusuna verdiğim cevap üzerine beni işe almıyorlardı. Defalarca linç edilmekten kurtuldum. Bir seferinde Şırnak’ta ölen bir askerin cenaze töreninin olduğu mahallede hemşirelik yapıyordum. Mahalleden geçerken ‘Burada bir Kürt var’ deyip saldırmaya çalıştılar ama aralarında bir iki kişinin, ‘O bize iğne yapmıştı, bize çok iyi davranmıştı’ demesiyle kurtuldum.”

‘90’lardan daha kötü durumdayız’ 

Diyarbakır’da yaşayan Hangül, baskıların tekrar başladığını ve durumun 90’lı yıllardan bile daha ağır olduğunu söyleyerek şunları aktarıyor: “Son zamanlarda çok yoğun bir baskı altında yaşıyoruz.  Bir polis arabasının taranması halinde bile herhangi bir eve girip, silah veya gerilla arıyorlar. Bütün aileler hedefte. Ağustos ayında biz de benzer bir olay yaşadık. Bir gün 00:30 civarında evimize baskın düzenlendi. 14 maskeli özel harekatçı, kapımızı kırarak eve girmeye çalıştılar. Kapıyı açmamızla eve girip silah dayadılar, yere yüzüstü yatırıp kıpırdamamamızı istediler.  Evde terörist aradıklarını söylediler. Yerinden kıpırdasan oracıkta öldürülecek gibi hissediyorsun. Bir saat kadar evde arama yaptılar. O an hissettiklerimi anlatmak çok zor. 90’lı yıllardan daha kötü durumdayız şu an.”

‘Hakkımız elimizden alındı’

Surp Giragos Kilisesi’nin Ermeniler için kültürlerini yaşama mekânı olduğunu söyleyen Hangül Özbey, son dönemde bu hakkın ellerinden alındığını dile getiriyor: “Surp Giragos’un restorasyonu ile birbirine yabancılaşmış ama aynı olan insanlar bir araya gelmeye başladı. Buluşmalarımızdan çok zevk alıyordum. 2 yıl önce Aram Ateşyan’ın katılımıyla büyük bir ayin yapıldı Surp Giragos’ta. O bambaşka bir şey yaşattı bana. Sanki buradan göç etmiş Ermeniler tekrar dönmüşlerdi. Hep birlikte bu topraklarda yeniden huzur içerinde yaşayacağız hissi gelmişti bana. Sözde barış sürecinde insanlarda bir umut vardı. Çok sayıda Ermeni tanıyordum. Onlar eskiden Ermeni olduklarını söylemeye çekinse de artık konuşmaya başlamışlardı.”

Hangül tanığı olduğu yakın zamanda yaşananları ve derin kederiniyse şöyle aktarıyor: “Sur’daki çatışmalarla birlikte sokağa çıkma yasağı başlamıştı. Uzun süre Surp Giragos’a gitmemiştim. Bir iki kere oraya gitmeye çalıştım ama arada beton duvarlar vardı. Surp Giragos Kilisesi, Ermeniler için bir araya gelme, ibadetlerini yerine getirme ve kültürlerini yaşatma yeriydi. Çatışmalardan sonra artık kiliseye yaklaşılamıyor. Artık buluşamıyoruz. Kiliseye gidip en azından birbirimizle görüşebiliyor, sohbet ediyorduk. Artık o insanlara ulaşmak o kadar kolay değil. Özellikle de mahalleden göç edenler çok büyük zorluklar yaşıyorlar. Kendi aramızda Ermenice öğrenme, öğretme geleneği, birbirimizi, kendimizi daha yakından tanıma hakkımız elimizden alındı.”



Yazar Hakkında