Azınlık haklarının korunabilmesi için ‘azınlık hakları’ kavramının ötesine geçmek gerektiğini belirten Strasbourg Üniversitesi Türkiye Çalışmaları Bölüm Başkanı Prof. Dr. Samim Akgönül, “Devletin, ‘azınlıklara ait bireylerin’ kullanabilecekleri hakları güvence altına alması şart. Bu haklara sahip çıkmak bir toplumsal sorumluluktur” dedi.
Hrant Dink Vakfı tarafından ilk dönemi 2024 yılında tamamlanan Azınlık Hakları Akademisi’nin ikinci dönemi, bu yıl da 23–26 Mayıs 2025 tarihlerinde İstanbul’daki Anarad Hığutyun Binası’nda düzenlendi. Programa bu yıl da yoğun ilgi gösterilirken, yaklaşık 170 başvuru arasından seçilen 20 katılımcı dört gün boyunca yoğun bir eğitim programına katıldı.
Akademi programında, farklı ülkelerden ve uzmanlık alanlarından 12 uzman seminer verdi. Program kapsamında, azınlık hakları alanında çalışan uzmanların katkılarıyla eğitimler, paneller ve film gösterimleri düzenlendi. Akademi, bu yıl da dünyadaki ve Türkiye’deki azınlık hakları üzerine farkındalık yaratmayı, bilgi üretimini artırmayı ve çözüm önerilerinin gelişmesine katkı sunmayı hedefledi.
Strasbourg Üniversitesi Türkiye Çalışmaları Bölüm Başkanı Prof. Dr. Samim Akgönül, program kapsamında 23 Mayıs günü “Uluslararası Hukuk ve Azınlık Hakları” başlıklı sunum ve “Azınlık Kavramı Üzerine Güncel Tartışmalar” başlıklı oturum gerçekleştirdi.
Samim Akgönül, sunum başlıkları, azınlık hakları ve gündemde olan Lozan Antlaşması’na dair sorularımızı yanıtladı.
Akademi’de, “Azınlık Kavramı Üzerine Güncel Tartışmalar” ile “Uluslararası Hukuk ve Azınlık Hakları” başlıklı sunumlar yaptınız. Sunumlarınızın içeriğini anlatabilir misiniz?
Öncelikle şunu ifade etmek isterim, bu akademi çerçevesinde ders vermek benim için büyük bir onur oldu. Yirmi katılımcının her biri, tek tek çok değerli deneyimlere ve bilgi birikimine sahipti. Hep birlikte, tartışarak öğrendik.
İlk sunumumda, azınlık kavramını incelediğim üç disiplinden bahsettim: Toplumbilim, hukuk ve siyaset bilimi. Bu sunumda, “azınlık” kavramının tanımı üzerine süregelen akademik ve siyasi tartışmalara değindim. Azınlıkların yalnızca etnik ya da dinsel değil, aynı zamanda dilsel, cinsel, ideolojik ya da statüsel temellere de dayanabileceğini; dolayısıyla sabit bir azınlık tanımı yerine bağlamsal ve dinamik bir yaklaşıma ihtiyaç olduğunu vurguladım.
Bir toplumda azınlık olmanın kriteri, o toplumda kendini çoğunluk -yani başat- olarak konumlandıran bir grubun varlığı. Doğada azınlıklar yok; azınlıklar her zaman tarihsel, siyasal, toplumsal ve ekonomik bir sürecin ürünü olarak karşımıza çıkar.
İkinci sunumda ise uluslararası hukukun azınlık haklarını nasıl çerçevelediğine odaklandım. Özellikle Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) gibi uluslararası kurumların normatif yaklaşımlarını ele aldım.
Azınlıkların korunmasını üç buçuk döneme ayırdım:
Birinci dönem, 1919–1945 arası Milletler Cemiyeti dönemidir. Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren Sevr (1920) ve Lozan (1923) Antlaşmaları bu dönemin ürünleri.
İkinci dönem, 1945–1992 yıllarını kapsar. Bu dönemde, 1966 tarihli Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme gibi istisnalar dışında, azınlık kavramı uluslararası hukukta büyük ölçüde kayboldu.
Üçüncü dönem ise 1992’den günümüze uzanır. Bu süreçte, Türkiye’nin de üyesi olduğu Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan iki önemli belge var: Avrupa Yerel veya Azınlık Dilleri Şartı ile Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme. Ancak Türkiye, bu iki belgeye taraf olmadığı gibi, 1966 tarihli Sözleşme’nin azınlıklardan bahseden 27. maddesine de “Lozan” gerekçesiyle çekince koydu.
Uzun lafın kısası, dünya bugün azınlıkları korumanın üçüncü dönemini yaşarken, Türkiye hâlâ birinci dönemin “koruma” yaklaşımını, onu da kısmen ve cezalandırıcı bir biçimde uygulamakta. Bir de “buçukuncu” dönemden söz etmek gerekir: 2004 yılından itibaren AGİT’in Edinburg Bildirgesi’yle literatüre giren “yeni azınlıklar”, yani göçmen kökenli gruplar. Yakın gelecekte, bu gruplar da Türkiye’nin gündeminin tam ortasında yer alacak.
Azınlık olmanın çeşitleri nelerdir?
Azınlık olmak yalnızca sayısal bir durum değildir; güç ilişkileri, tanınma talepleri ve kamusal görünürlükle yakından ilişkilidir. Etnik, dinsel, dilsel, kültürel, cinsel yönelim ya da toplumsal cinsiyet kimliği gibi temel kategorilere dayanan azınlık biçimleri olduğu gibi, bazen sosyoekonomik durum ya da yurttaşlık statüsü de bir bireyi ya da grubu azınlık konumuna düşürebilir.
Genellikle bir grubun azınlık olarak nitelendirilebilmesi için üç temel kriter aranır: grubun “farklı” olması, bu farkın bilincinde olması ve toplumun normlarını ya da kurallarını belirleyen dominant grup konumunda olmaması. Dolayısıyla, azınlık türleri sayısızdır. Bir toplumda çoğunluğu oluşturan grup etnik temelli ise orada etnik azınlıklar bulunur. Dinsel aidiyet çoğunluğa ait olmanın en belirleyici ölçütüyse, orada dinsel azınlıklar ön plana çıkar. Çoğunluk belli bir dili konuşanlardan oluşuyorsa, orada dilsel azınlıklar vardır. Bu liste bu şekilde uzayıp gidebilir.
Azınlık bir bireyi toplumsal ve yaşamsal olarak “farklı” kılan etkenler nelerdir sizce?
Voltaire, “Kimlik, aynılıktan başka bir şey değildir” der. Elbette bu “aynılık”, inşa edilen bir kavram; kimse kimseyle gerçekten aynı değil. Ancak özellikle devletin ideolojik aygıtları bu aynılığı üretir ve yeniden üretir. Dolayısıyla, “farklılık” da genellikle bireyin kendi seçimiyle değil, toplumun ona biçtiği yerle oluşur. Bir birey azınlık olmayı seçmez; o konuma yerleştirilir. Diliniz, inancınız, yaşam tarzınız, dış görünüşünüz, soyadınız ya da şiveniz bile sizi “farklı” kılabilir. Bunun ötesinde, bir grubun taşıdığı tarihsel yük ve geçmişte yaşanan ve aktarılan deneyimler, travmalar, bireyler üzerinde bugüne uzanan, hatta artan etkiler yaratır.
Azınlık kendini yaratmaz; çoğunluk tarafından yaratılır. Bu nedenle, yukarıdaki kriterlere uyan bütün gruplar “azınlık” olarak incelenebilir. Elbette, herhangi bir azınlığa ait olan bireyler aynı zamanda başka gruplara da ait olabilirler. Literatürde “kesişimsellik” (intersectionnalité) olarak adlandırılan teori, aynı anda birden fazla farklılığı bünyesinde barındıran bireylerin durumunu açıklar. Ancak grup düzeyinde söz konusu olduğunda, genellikle bir farklılık türü ön plana çıkar.
Şunu da belirtmek gerekir ki sosyolojide geniş biçimde tanımlanan bu “farklılık” kavramı, uluslararası hukukta daha dar bir çerçeveye oturtulmuştur. Genellikle yalnızca etnik, dilsel ve dinsel azınlıklar dikkate alınır. Bazen “ulusal azınlık” kavramı da kullanılır ki burada “ulusal” sıfatı, vatandaşlık bağını ifade eder. Yani hukuki olarak azınlıklar, yaşadıkları ülkenin yurttaşı olan bireylerden oluşur.
“Azınlık” kelimesini nasıl tanımlarsınız?
Kapsayıcı bir tanım yapmak güç; ancak en basit haliyle, egemen ulus ya da çoğunluk tarafından dışlanan, belirli haklardan eşit şekilde faydalanamayan ve bu dışlanma karşısında tanınma talebiyle kendini ifade eden topluluklara “azınlık” diyebiliriz.
Bilindiği gibi, 19. yüzyıldan itibaren (daha erken değil) Türkçede önce Arapçadan gelen “ekalliyet” kelimesi kullanıldı. Bu kelime zamanla unutuldu (ancak zıttı olan “ekseriyet”, yani çoğunluk, hâlâ kullanılmakta). Daha sonra, 1930’larda “azlık” terimi revaçtaydı. “Azınlık” ise 1950’lerden itibaren yerleşen bir terim; “az” olmaya yaptığı vurgu dikkat çekici.
Aslında Fransızcadaki minorité kelimesinin hem azınlık anlamına gelmesi hem de reşit olmama durumunu ifade etmesi son derece açıklayıcı. Azınlık, sosyolojik açıdan “rüştünü ispatlamamış”, meşruiyetini tam olarak kazanmamış anlamına gelir.
Ve elbette, Türkçede de bu kavram kirlenmiş bir anlam taşıyor; çünkü ikinci sınıf vatandaşlık, ezilme ve dışlanma çağrışımlarını da beraberinde getiriyor. Tam da bu nedenle, sosyolojik olarak azınlık oldukları tartışmasız olan birçok grup, “azınlık” olarak nitelendirilmekten kaçınıyor.
Akademiye farklı kimliklerden çok sayıda kişi katıldı. Sunumlarınıza ilgi ve katılımcıların aktarımları nasıldı?
Çok verimli geçti. Katılımcılar sadece dinlemekle kalmadı, yaşadıkları pratik sorunları da örnekleyerek tartışmalara aktif şekilde katıldılar. Bu etkileşim, azınlık meselesinin yalnızca akademik bir konu olmadığını, gündelik hayatla doğrudan ilişkili olduğunu ortaya koydu.
Ayrıca katılımcıların kendi alanlarındaki deneyimleri gerçekten çok zengindi ve teorik tartışmalarımıza büyük katkı sağladı. Bir yorumu özellikle unutamıyorum: Bazı ülkelerin azınlıkların varlığını açıkça tanımasalar da dolaylı yollarla azınlık haklarını tanıdıklarını, hatta bu hakları “azınlık” kelimesini kullanmadan uyguladıklarını söyleyince, bir katılımcı şöyle dedi: “Hocam, bizim devlete güven olmaz; açık açık tanıyorum demesi şart.” Ben de şöyle yanıtladım: “Açık açık tanısa bile, tanıdığını inkâr edebilir ya da hakları kısıtlayabilir.
Uluslararası hukukun ilk aradığı şey ‘iyi niyet’. Kötü niyet varsa, tanıyıp tanımaması zaten bir şey değiştirmez.”
Bir başka katılımcıyla da “nefret söylemi” üzerine oldukça ufuk açıcı bir konuşma yaptık; ben de bu sohbetten çok şey öğrendim. Benim için ilginç olan – ama aslında bildiğimiz bir gerçek – bireylerin kendi kimliklerinden sıyrılıp ait olmadıkları gruplar hakkında konuşmaktan çekinmeleri. Herkes, azınlık olgusunu kendi penceresinden görmeye eğilimli.
Sunumunuzda, “azınlık hakları” teriminin kullanılmaması gerektiği, kolektif ve “bireysel haklar” noktasında da paylaşımlarda bulundunuz. Bu başlıklara değinebilir misiniz? Bu noktada azınlıkların mağduriyeti nasıl dengelenebilir ya da giderilebilir?
Bu, çok önemli bir özgürlük meselesi. Birinci dönem azınlık hakları genellikle gruplara tanınan haklardı. Bu durum da çoğu zaman azınlık içindeki yönetici tabakanın — iş insanları, entelektüeller, din adamları, siyasetçiler — çıkarına hizmet ediyordu. Bu dönemde bireyler, ait oldukları azınlık grubuna adeta hapsolmuş durumdaydı.
İkinci dönemde ise azınlık kavramı tamamen silinmişti; grup yoktu, aidiyet yoktu, yalnızca birey vardı.
Üçüncü dönem - yani içinde bulunduğumuz dönem - ise bu iki yaklaşımın harmanlandığı bir süreç. Artık “azınlık hakları”ndan değil, azınlığa ait bireylerin haklarından söz ediliyor. Bireyler, bu hakları kullanıp kullanmamakta serbest; bazı durumlarda grubuna ait olduğunu, bazı durumlarda ise olmadığını ifade etme özgürlüğüne sahip. Yani en azından teoride, hem devletin hem de azınlık içindeki baskıcı tabakaların dayatmalarından özgürleşmiş durumdalar.
Mağduriyetin giderilmesi, ancak eşit yurttaşlık ilkesinin sahici biçimde uygulanmasıyla mümkün olabilir. Bu da bireye, aynı anda hem kendi grubuna ait olma hem de olmama hakkını tanımakla mümkün.
“Azınlık hakları”nı günümüz boyutuyla nasıl yorumlarsınız? Azınlık haklarını koruyan ve teşvik eden uluslararası antlaşmalar ve sözleşmeler bugün hala aktif bir şekilde uygulanıyor mu? Türkiye’deki azınlıklar haklarından faydalanabiliyor mu?
Uluslararası belgeler çoğu zaman yalnızca bir çerçeve sunar; ancak uygulama tamamen siyasi iradeye bağlıdır. Yani her şeye rağmen - ulusüstü ve ulusaltı gelişmelere, küreselleşmeye, bireysel özgürlüklere ve adem-i merkeziyetçiliğe rağmen - hâlâ en belirleyici aktörümüz “devlet”.
Bununla birlikte, yukarıda sözünü ettiğim iki Avrupa Konseyi belgesine (Avrupa Yerel veya Azınlık Dilleri Şartı ve Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme) taraf olan devletler, en azından azınlık hakları konusunda kendilerine hukuki bir sınır çizmiş, bir çerçeve belirlemiş olurlar. Türkiye taraf değil.
Lozan Antlaşması ile tanınan hakların çok sınırlı kaldığını; başta gayrimüslim topluluklar olmak üzere birçok grubun bu haklardan gerektiği gibi faydalanamadığını belirtmek gerekir. Üstelik Lozan kapsamında fiilen ve hukuksuz bir biçimde tanınmayan topluluklar - örneğin Kürtler, Aleviler, Romanlar - “azınlık” statüsünde bile değil.
Kaldı ki, günümüzde Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. maddesi (Düşünce, Vicdan ve Din Özgürlüğü), 10. maddesi (İfade Özgürlüğü) ve 11. maddesi (Toplantı ve Dernek Kurma Özgürlüğü), azınlık haklarıyla doğrudan ilişkili. Bu maddeler, aynı zamanda Türkiye hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin en fazla ihlal kararı verdiği alanlar. Bu açıdan bakıldığında, “azınlık hakları”na özel bir statü yaratılmasına gerek bile yok.
Bu yüzden yine “iyi niyet” meselesine dönmek istiyorum: Türkiye, aynı anda hem bir mozaik, hem bir mermer, hem de bir ebru. Her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, içinde kendini mutlu hissettiği, kimliğini yaşayabildiği, aynı zamanda da ezilmeden, utanmadan, aşağılanmadan var olabildiği - ve bunun yanında ortak kimliğe de dahil olabildiği - anda, “azınlık” diye adlandırılan durum anlamını yitirir.
Azınlık hakları üzerine çalışan bir akademisyen olarak şu anda gündemde olan Lozan Antlaşması tartışmalarını nasıl yorumluyorsunuz?
Birincisi, ben Lozan Antlaşması’nı “kamuya açık bir sır” olarak tanımlıyorum. Herkesin olumlu ya da olumsuz biçimde diline doladığı, kolayca ulaşılabilen bir metin. Ancak kimse açıp okumuyor, hiçbir yerde okutulmuyor. Bayramı bile Demokrat Parti tarafından kaldırıldı. Bu bilinçli bilgisizlik hâli, pek çok çevrenin işine geliyor. Çünkü kamuoyu kolayca yönlendirilebiliyor. Ne zaman “Lozan’a göre” ya da “Lozan’a aykırı” gibi ifadeler duyarsanız, lütfen “hangi maddesi?” diye sorun. Şu anda bir yüksek lisans öğrencim, Lozan Antlaşması’nın günümüz siyasal söyleminde nasıl araçsallaştırıldığını ve farklı siyasi aktörler tarafından ne tür anlamlar yüklendiğini inceleyen bir tez hazırlıyor. Hem resmi söylemlerde hem de muhalif ya da toplumsal hareketlerde Lozan’a yapılan atıfların, geçmişle hesaplaşma, kimlik inşası, kutsallaştırma gibi süreçlerle nasıl iç içe geçtiğini tahlil etmeye çalışıyor.
Lozan Antlaşması’nda hiçbir topluluk ismen geçmez. Yer verilen ifadeler geneldir:
“Türkiye’de yaşayan herkes”, “bütün Türkiye vatandaşları”, “anadili Türkçe olmayan Türkiye vatandaşları” ve “gayrimüslim Türkiye vatandaşları.” Rum, Ermeni ya da Yahudi gibi hiçbir özel grup zikredilmez.
Lozan, azınlık hakları açısından hem bir kazanım hem de bir sınır. Aynı zamanda Milletler Cemiyeti sisteminin bir parçası. (Milletler Cemiyeti’nin azınlıkları ilgilendiren toplam 13 metni bulunur.) Bu yönüyle, dönemi için ilerici bir metin kabul edilir.
Lozan’ın raf ömrü olan bir ürün olmadığını, yani sabit ve sonlu bir metin olmadığını da hatırlatmak gerekir. Ancak bu, onun ötesine geçilemeyeceği anlamına gelmez. Elbette gizli maddeleri de yok. Konu hakların genişletilmesiyse, Lozan aşılabilir. Fakat konu hak gasbıysa, Lozan her türlü yasal düzenlemenin üzerindedir.
Bu meseleye, tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kendini özgür, güvende ve ait hissedebileceği bir toplumsal düzen yaratma hedefiyle yaklaşmak gerekir.
Lozan alt sınır, üst sınır değil!
Azınlık haklarının korunması noktasında ne yapılmalı?
Azınlık haklarının korunabilmesi için kanaatimce, “azınlık hakları” kavramının ötesine geçmek gerekir. Devletin, “azınlıklara ait bireylerin” - hem bireysel olarak hem de aynı gruba mensup diğer bireylerle birlikte - kullanabilecekleri hakları güvence altına alması şart.
İfade özgürlüğü, inanç özgürlüğü (ve inanmama özgürlüğü), eğitim hakkı, örgütlenme ve dernekleşme özgürlüğü, mülkiyet hakkı ve adil yargılanma hakkı gibi üç kuşak insan haklarına, azınlık bireylerinin kendi grupları içinde tam ve engelsiz biçimde erişebilmesi, azınlık haklarının korunmasına da doğrudan katkı sağlar.
Azınlık hakları, sadece azınlıkları ilgilendiren bir mesele değil; demokrasinin ve hukukun gerçek işleyip işlemediğini gösteren bir turnusol kâğıdıdır. Bugün azınlıkların durumu, yarın herkesin başına gelebilecek ayrımcılıkların habercisi olabilir. Bu nedenle, bu haklara sahip çıkmak bir toplumsal sorumluluktur.