Japonya’yı Yeşilköy’e bağlayan kıyı

Fotoğrafçı Silva Bingaz ‘Japan Coast’ (Japonya Kıyısı) başlıklı ilk fotoğraf kitabını yayımladı. 15 Kasım’da Paris Fotoğraf Fuarı kapsamında kitap tanıtımı ve imza günü düzenlenecek olan Bingaz’la yeni kitabı, fotoğrafları, çalışmalarına konu olan karakterler ve durumlar, ülkeleri birbirine bağlayan kıyı olgusu ve cinsellik teması üzerine konuştuk.

Fotoğraf: BERGE ARABIAN

TUĞBA ESEN
ztugbaesen@gmail.com

Kitabınıza konu olan ‘Japan Coast’ (Japonya Kıyısı) serisinde, ‘kıyı’ olgusu aracılığıyla İstanbul ile farklı coğrafyalar arasında bağlantı kurduğunuzu söylüyorsunuz. Nasıl bir bağlantı bu?

Japonya’ya gitmeden önce, İstanbul’da sekiz sene boyunca ‘kıyı’ projesi üzerinde çalıştım. Bu proje kapsamında başka yerlerde de çekim yaptım. Japonya’daki çalışmam, bu projenin, tüm unsurları ve temalarıyla, yoğun bir şekilde uygulanması oldu. Gittiğim yerlerde karşılaştığım şartlar ve durumlar, görselleri de değiştirdi; projeye yeni şeyler, yeni temalar ekledi.

  • Japonya’ya bu proje için mi gittiniz?

Bir misafir sanatçı programına davet edilmiştim. Japonya’nın Avrupa’yla kültür ve sanat alanında buluşmasını hedefleyen, ‘European Eyes on Japan’ (Japonya’ya Bakan Avrupalı Gözler) isimli bir programdı. Üç hafta süren ilk ziyaretimde yaptığım çekimlerle, sekiz gün süren ikinci ziyaretimde çektiğim ‘hayatın sonu’ temalı fotoğrafların bir araya gelmesiyle oluştu bu seri. Yıllardır üzerinde çalıştığım, fotoğrafçılıktaki yolumu belirleyen ‘Kıyı’ isimli projemin Japonya ayağı oldu.

  • Sizin fotoğraflarınıza konu olan karakterler ve durumlar üzerinde ne tür etkileri var kıyının?

Bu projenin anafikri, evime en yakın kıyıda, yani Yeşilköy’de gelişti ve sonra başka ülkelere taşındı. Kıyı aslında uydurmaca. Bu, ağırlık ile hafiflik arasında gidip gelen, varoluşçu yaklaşımla üretilmiş bir seri. Varoluşçulukta hafiflik ulaşılamayan bir şeydir, ancak onun arayışında olabilirsiniz. Dolayısıyla, bu fotoğraflar aslında ağırlığa dair temaları yansıtıyor. Hayatın sonu ile doğum arasında gidip gelen, kaygan bir zeminde, ana temalarım olan zayıflık, dokunuş, son eril dünyanın ve modern zamanların yıkıcılığıyla karşılaşıyorum.

  • Fotoğraflarınızda zaman zaman mahrem anlar da görülüyor. Fotoğrafladığınız karakterlerle nasıl ilişki kuruyorsunuz?

Bütün fotoğrafçıların yaptığı gibi... Siz fotoğrafçı olduğunuzu gösterirseniz ve insanlar bunu anlarsa, fotoğraf çekmeniz için size yardımcı olurlar. Ben her yerde fotoğrafçı olduğumu hissettiriyorum. Fotoğraf makinem hep ortadadır. Vücut dilim ve düzenli çekim yapmam da buna yardımcı oluyor. Fotoğrafçılık, anlatmak istedikleriniz için uygun şartları yakalamakla ilgili bir şey.

Sıradan durumlar ve insanlar nasıl oluyor da birden- bire fotoğraflarınıza konu oluyorlar?

Aslında bu seri, dünyanın erke dayalı sistemine ve zamanımıza bir eleştiri getiriyor. Roman nasıl endüstriyel zamanların vicdanı olduysa, fotoğrafçıların da çalışmalarıyla bunu yaptıklarına inanıyorum. Sıradan insanlar, bütün bir sistemin oluşturucuları; bu uydurmacada hem kurban, hem fail konumundalar.

  • Kitabınız hangi yayınevinden çıktı? İmza ve tanıtım günleri olacak mı?

Fransa’da, Andre Frere Yayınevi tarafından yayımlandı. Başta Fransa, Belçika, Kanada olmak üzere, uluslararası dağıtım ağı olan bir yayınevi... Kitap Türkiye’de de dağıtıma giriyor. 15 Kasım Cumartesi günü, Grand Palais’deki Paris Fotoğraf Fuarı’nda lansmanı yapılacak.

“Birini fotoğrafçı yapan, içinde bulunduğu şartlardır”

  • Berge Arabian: Kitabınızda üç cinsiyetin de izlerine rastlanıyor. Fakat bence işleriniz doğrudan cinsiyetle ilgili değil, erotik. Duygusal bir erotizm bu. Bu kasten yaptığınız bir şey mi?

Silva Bingaz: Sanırım sevgi ve aşk, en saf duygularımız. İşlerimdeki çıplak figürleri erotizmle değil, saflıkla ilişkilendirmek gerek. Saflığa ulaşma arzusunun bir biçimsel göstergesi olarak çıplaklığı kullanıyorum.

  • B. A.: Iraklı mülteci bir kadın olan Beyan’la yaptığınız fotoğraf projenizden bahseder misiniz?

S.B.: Ben bir feministim. Şu anda feminist politikanın içinde aktif olarak yer almasam da, feminist bakış açısı benim dilimi farklı bir yere getirdi. 2002’de feminist arkadaşlarıma bazı projelerinde, fotoğraf çekerek yardımcı olmaya çalışıyordum. ‘Evde değilse nerede?’ başlıklı bir seri üzerinde çalışıyordum. Sanatsal bir proje olarak değil, feminist toplantılarda sunulmak üzere yaptım o seriyi. Tam o sırada Türkiye’ye Beyan geldi. Arkadaşlarım aracılığıyla onunla tanıştım ve fotoğraflarını çekmeye başladım. Beyan kaçak konumundaydı. Sadece ülkesinden değil, kocasından ve ailesinden de kaçıyordu. Öldürülme tehlikesi altındaydı. Çocuklarını beş yıldır görememişti. Birdenbire böyle bir hikâyenin içine düştüm. Henüz yolun çok başındaydım, el yordamıyla fotoğraflar çekiyordum. Ama birini fotoğrafçı yapan şey, içinde bulunduğu şartlardır. İyi bir fotoğrafçı olmasanız, bu iş hakkında hiçbir şey bilmeseniz bile, olağanüstü şartlar içine düşmüşseniz muhteşem fotoğraflar çekmeye başlayabilirsiniz. O zamanki şartlar da olağanüstüydü. Ondan önce herhangi bir fotoğrafçılık eğitimi almamış, herhangi bir atölyeye katılmamışken, Beyan’ın fotoğraflarını çekmeye başladım. Ve sonunda bu bir seriye dönüştü. Bu konuya feminist bir bakış açısıyla yaklaştım. Benim cinselliğe yaklaşımım da bu yönde; kadınların ezilmesiyle, eril dünyayla ilgili... Dolayısıyla, Beyan’ı çekmem bir rastlantı değil.