OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Kamuoyuna baktığımız zaman ise, soykırımın zikredilmesi, konuşulması açısından, her şeye rağmen 1980’lere, 1990’lara göre daha iyi durumda olduğumuz söylenebilir (varın siz düşünün o zamanların ne kadar zor olduğunu!). Öte yandan, bu konu toplumun geniş kesimi için hâlâ adının dahi anılmaması gereken bir durum; patolojik tepkiler veriyorlar. Bu 24 Nisan’da gördüğüm örneklerden ikisine değineyim.

Toplumda birileri, birinin sadece “Alevi’yim” demesinden bile kışkırtılabiliyorsa, sorun onların duygularındadır ve o duygular pışpışlanmak yerine bertaraf edilmelidir.

Cumhuriyet tarihine baktığımızda, 1935’e kadar, Meclis’e Müslüman olmayan azınlıklardan kimse alınmıyordu; ilk defa o yılki seçimlerde CHP’nin kontenjan açmasıyla biri Ermeni olmak üzere Müslüman olmayan dört vekil Meclis’e girdi ama varlıkları daha ziyade sembolik olarak kaldı, çünkü karar alma mekanizmalarının dışında tutuldular. 1950’de çok partili hayata geçişle birlikte 1960’a kadar hepsi Demokrat Parti’den olmak üzere Müslüman olmayan azınlıklardan on farklı isim milletvekilliği yaptı.

Seçim dönemine girilmesiyle birlikte iyice popüler hâle gelen sokak röportajları, şüphesiz bilimsel bir yöntem değildir ve temsiliyet kabiliyeti de sınırlıdır. Sokak röportajlarından yola çıkarak makro sonuçlara varmak, tahminler yapmak sağlıklı olmaz. Öte yandan, bu röportajlarda vatandaşların söyledikleri, AKP’nin neden ve nasıl birinci parti olmaya devam ettiğine dair birtakım ipuçları verebilir.

Covid aşılarından birini geliştiren Moderna şirketinin kurucu ortağı olan Nubar Afeyan, geçenlerde Civilnet’e kendisinin ve ailesinin hayat hikâyesinden yola çıkarak soykırım, acılar ve travma konuları üzerinde durduğu bir mülakat verdi ve kanımca çok değerli sözler söyledi.

Bir toplumda, insanlara mazot içirerek öldürmenin hiçbir şart altında kabul edilebilir olmadığını dahi birilerine anlatmak zorunda kalıyorsanız, o toplumda hukuk düzeni, demokratik değerleri vs. nasıl anlatacaksınız, o insanları buna nasıl inandıracaksınız da onlarla barış içinde yaşayacaksınız?

Şimdi onlara ve aslında diğer bütün yönetimlere düşen görevler var. Bunlardan biri, geçmiş yönetimlerin kasıt veya ihmal neticesi olarak yaptıkları usulsüzlükler, yolsuzluklar varsa bunları saptamak ve toplumla paylaşmak. Bunun temel sebebi de, sadece geçmiş yöneticileri cezalandırmak veya onlardan intikam almak falan değil. Bir kere, yeni yönetimler bu hesaplaşmayı yapmadıkları veya kendilerinden önceki yolsuzlukların üzerini örttükleri takdirde kendileri de sorumlu, hatta duruma göre hukuken de suçlu konuma düşebilirler.

Şu geride bıraktığımız hafta, Twitter çağında siyasetin ne demek olduğuna dair de iyi bir örnek oldu. Bu olaylar bundan diyelim ki 15 yıl evvel yaşansa muhtemelen böyle sonuçlanmazdı. Twitter’ın ‘yeni kamusal alan’ olarak siyaset, özellikle de parti siyaseti üzerinde bir etkisi olduğu net biçimde görüldü. Tabii ki, her şey Twitter’da olup bitmiyor.

Dar gelirli, kiracı veya tek bir evi olan yüzbinlerce ailenin böyle bir durumda çaresiz kalması söz konusu. Evet, devlet binaların depreme dayanıklılık testini zorunlu tutmalı ama dar gelirli vatandaşlara da hem bu testi yaptırma konusunda, hem de sonrasında tahliye veya güçlendirme zorunluluğu doğarsa bu konularda destek olmalı. Alternatif konut sağlamak, kira yardımı yapmak gibi... Evet, tüm bunlar para, zaman ve iş gücü olarak devasa kaynaklar gerektiriyor ama büyük devlet böyle olunuyor.

Bu dayanışma ortamında bile, yardıma gelen binlerce yabancıdan da utanmayarak, hâlâ “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” diyebilen de var. Tabii ki, Türklük için değil, yardıma ihtiyacı olan insanlara insanlık adına yardım etmeye geldiler. Onlar da, “Türk’ün Türk’ten başka dostu olmaz, biz Türk değiliz, Türk olanlar yardıma gitsin” mi deselerdi? Hem, bu kadar ülkenin yardım etmesi dahi yetmiyorsa, ne olsaydı bu insanlar “Tamam, Türk’ün Türk’ten başka dostu da varmış” diyeceklerdi?